Gündelik yaşam bize sınırları belirsiz, kendi içerisinde gizem taşıyan ancak derinlemesine gözlediğimizde farkına varabileceğimiz pek çok ayrıntı sunar. Bu ayrıntılar yaşamın ve insanın ortalığa saçtığı, üzerinde durmadıkça görülmeyen kırıntıları andırırlar. Bunları görebilmek için yaşam anlarını yakalamak, detayları kaçırmamak, sanırım biraz da hayattan tat almak gerekir. Bu aynı zamanda gözlem ve yorum yeteneği ile de ilgilidir. Kısaca şöyle anlatabiliriz, yaşlı bir insanın yüzündeki çizginin ne anlama geldiği hakkında düşünmek veya sokakta bir kedinin gözünün dalıp gittiği yerde ne olduğunu fark etmek, görüp geçmek yerine ona kafa yormak. Böylece çoğu zaman görmezden geldiğimiz yaşam detayları bizi bir sürü hikâye ile buluşturabilir. Çünkü gündelik yaşam, Lefebvre’in yerinde bir metaforla özetlediği gibi; “üzerinde yürüdüğümüz ama farkında olmadığımız, hayat veren bir güç kaynağı olarak, verimli bir toprağa” benzer. Önemli olan o topraktan nasıl hasat elde edeceğini bilmektir.
Kâmil Erdem’in “Bir Kırık Segâh” adlı kitabındaki öyküleri okurken, aklımdan yukarıda bahsettiğim gündelik yaşama dair cümleler geçti. Çünkü “sıradan yaşamların” gizli sığınakları, bize pek çok konuda araştırma, gözleme, anlama, deneyimleme imkânı sunduğu gibi yaşamın anlarına odaklanmış öykülerle de buluşturabiliyor. Hayatın akışı içerisinde olup biten, iyi bir hikâye etme yeteneği ile buluşmuşsa da ortaya gerçekten okuması sadece keyif vermeyen, edebî açıdan da bizi belli bir doygunluğa ulaştıran anlatılarla karşılaşıyoruz. Kâmil Erdem’in “Bir Kırık Segâh” kitabındaki öyküler için de böyle bir durum söz konusu. Yazar, genel olarak öykülerinde, gördüğümüz ama gözünün içine bakmadığımız, kaygısı, kederi doğuştan verili, dünyadan çok kendi yaşamının derdinde insanları, kentin kenarına düşmüş yaşamları, yokuş yolları, sokağında kedisi, köpeği eksik olmayan mahalleleri ve yaşamın çok göz önünde olmayan kırıklıklarını konu ediyor.
Erdem’in öyküleri öyle bir solukta okuyup geçivereceğimiz türden hikâyelerle buluşturmuyor bizi çünkü yaşamın detayları yazarın anlatısında katman katman yer ederken, okurken boğmayan, sizi farklı duygu durumlarıyla karşılaştıran ayrıntılandırma dikkat çekiyor;
“Hikmet Bey’i sessiz sessiz süzdü, eski, içinde birkaç insan ömrü, bolca börtü böcek, fare, kedi ve muhtelif mahlukât hayatı tüketilmiş, bir sürü girintisi çıkıntısı, karanlık yüklüğü, gömme dolabı, merdiveni, bodrumu, tavan arası, arkasında diğer evlerle çevrili fazla güneş görmeyen kasvetli bahçesi olan evi, o evle bu zaman kadar nasıl başa çıkıldığını, bozulan turşuları, küflenen kanepe arkalarını, kararmış mutfak evyelerini, içinde kayıtsız bedenlerin konakladığı pazen sabahlıklarla, perdesi tam açılmamış mutfakta içilen kaçak çayları, Gelincik sigaralarının mavi dumanlarını da hızlıca aklından geçirdi” (“Bir Kırık Segâh, ‘Akşam Yemeği’, s. 41).
Bu uzunca alıntıyı yapma sebebim anlatıdaki her teferruatın öylesine okuyup geçmemize izin vermediğine dikkat çekmek biraz da. Çünkü bir şekilde durup üzerine düşündüğümüz, belleğin kuyusunda bir yerde kısılıp kalmış olanı gün yüzüne çıkaran, yaşanmışlığın sindiği, karşılaştığımızda zihnimizde yer etmiş duyguları çağıran bir yan barındırıyor Erdem’in ayrıntılarla örülü üslubu. O nedenle yazarın öykülerinde her kelimenin, okurun zihninde bir şeyler uyandırması, onu yaşamının herhangi bir döneminin hissine çağırması muhtemel görünüyor. Çünkü bu incelikli ayrıntılar şimdimize, geçmişin izini taşıyor; “kararan mutfak evyesi”, “küflenen kanepe arkası” yaşanmış olandan kalan tortuyu gösterirken, genel olarak geçmiş ama gitmemiş olanın kederiyle buluşturuyor bizi.
Erdem’in öykülerine dil açısından da değinmek gerek. Açıkçası yazarın dili üzerine “Şu Yağmur Bir Yağsa” kitabı üzerinden de düşünmüştüm. Bizi öykülerin akışına kaptıran, anlatının derinlerinde gezindiren, bu dil için en sonunda “ritmik” demeye karar verdim. Bunu şöyle ifade edebiliriz. Müzik açıktır arkadan gelen sese bir süre sonra âşina oluruz ve duymamaya başlarız. O bize gündelik rutinimiz içerisinde eşlik eden bir tını olarak kalır. Ancak çalan melodilerden birisi kendisini fark ettirir. Diğerlerinden ayrı olarak onu duyarız. Mimiklerimizle, ayağımızla, belki de elimizle ritim tutmaya başlar ve kendimizi kaptırırız. Bu arada belki yine yaptığımız işe devam ederiz ama bu sefer duyarak ve farkında olarak eşlik ettiğimiz melodi ile birlikte. Sanırım Kâmil Erdem’in dili de böyle. Bizi ritmine kaptırıyor, eşlik etmeye başlıyor, hikâyenin içerisine çekiliyor ve bir akış içerisinde öykülere dâhil oluyoruz. Vurgu, ses, duraklar bir müzik melodisinin uyumunu çağrıştırırken, okur için bu yalın ancak gelişigüzel de olmayan bir dil ile buluşmak anlamına geliyor.
Kâmil Erdem bizi gündelik yaşamın anlarında dolaştırırken, umutları, yaşam kaygıları kadar, sevdası da kavgası da kendine has olan karakterlerle buluşturuyor. Onun karakterleri hayatı kendince sürdürmenin yolunu bulmuş, büyük hayalleri, koca koca cümleleri olmayan, gündeliğin karmaşasında göze batmayan ama bunu çok da umursamayan insanlardan oluşuyor, kendi dünyasının içerisine sıkışmış, varlık sancısını çok umursamamış ama kederi de eksik olmamış karakterler onlar aynı zamanda. Hikâyeleri herkes tarafından bilinen, sıkıntıları hayatın karmaşasında bir kenara bırakılmış hayatların yaşayıcıları.
Bir gişede kimsenin gözüne bakmayı akıl edemediği memur, tarladaki hasat kurtlanmazsa dişini tedavi ettirecek Abdullah, babasıyla hesabını görememiş Ekber, kocası var mı yok mu bilememiş Ceren Teyze, gözünde bir dalgınlıkla gidenin gelmesini bekleyen Veysel Dayı, rüyalarının gerçekliğine inanan Naciye ve dahası; sendikada kurulan çadırların coşkusuna kapılmışlar, dünyadan eksilmesi bir anlama karşılık gelmeyenler, ayağa kalkan mahallelerin sevincini duyup, sonra tüm öfkesini bir kenara bırakanlar… Aslında yazarın şu cümlelerinde anlatıcının tarif ettiği varlık hâlinin temsili olmuş insanlar, bahsetmeye çalıştığımız;
“Bu çıkmaz sokağın dibindeki evde, bu gece yarısı, kendimize özgü bir dirlik, düzen tasarlayıp, onu ara sıra kıyımızdan köşemizden sızdırıp, kurup, damıtıp içine yerleştiğimiz hayallerle besleyip, ne elde edeceksek, bir türlü bilemeyip, sonra bir gün elde kalanlara bakıp da bunca çaba nereye gitti diye şaşırıp, derken, bu dünyadan sakince geçilip gidiliyor işte denmesini beklemek. Ceren Teyze gibi, Ekber gibi ve bencileyin” (“Bir Kırık Segâh, ‘Yük’”, s. 129).
Kâmil Erdem’in son kitabı, “Bir Kırık Segâh” yaşamın ayrıntılarını kaçırmayan öykülerle buluşturuyor okuru. Erdem, hayatı bütünüyle yerleştiriyor anlatısına. Mahallenin kedisini, bahçenin çiçeğini, domatesin çürüğünü, dağın otunu, havanın ayazını, kanepenin küfünü görmezden gelmiyor. Betimlemeler görsel hafızanızda imgeleri canlandırıp, duyguları çağırırken, sesleri duyup, kokuları hissedip dilin ritmine kaptırıyorsunuz kendinizi. Gündelik yaşam anlarının hazzına ermek, sıradanın sadeliğine anlam yüklemek isteyen okur için de uygun bir kitap.
Emek Erez – edebiyathaber.net (5 Mart 2018)