Eskiden köyden kente göç furyası vardı. İnsanlar yerleşik düzenlerini bozar, bağını, bahçesini, hayvanlarını, evlerini barklarını arkalarında bırakarak kente yerleşirlerdi. Nedeniyse biraz daha fazla para kazanarak daha insanca bir yaşamdı. Fakat bu göçler öylesi bir hâl aldı ki, kentteki doku bozuldu. Ekonomik olanaklar da her kesime yetip kucaklayamadığı için kent yaşamı yorucu, bıktırıcı bir serüvene döndü. Önce trafik çileye dönüştü. Sonra havası kirlendi, sonra suyu. Çarpık yapılaşma zaten gözler önünde. Tüm bu olanlara zamanında göz yumanların ardından gelenlerse düzeltmek için çaba sarf ediyorlar şimdi!
Ve artık bütün bu keşmekeşten bunalıp kentlerden kaçanlar var. Bakir bir köye ya da bir sahil kasabasına… Zamanında daha insanca bir yaşam umuduyla bırakılıp çıkılan bir yaşama yine daha insanca bir yaşam söylemiyle dönüyorlar.
Tabi keşfedilen, gidilen bu yeni yerlerde de bir ekonomik döngünün sağlanması gerekiyor. Bu döngü sağlanırken de tıpkı geçmişte kent merkezlerine verilen zarar bu defa bu sakin beldelere veriliyor. Kıyılar imara açılıyor, yeni yerleşim alanları inşa ediliyor. Ve buradaki doğal yaşam da geri kazanılamamacasına yok ediliyor.
Şafak Okdemir, “Cennetin Sahipleri”nde bu yaşanılanları anlatıyor bize. Ama anlayana! “Yeryüzü cennettir. Sen korumazsan kim koruyacak?” diye soruyor. Kitap şöyle başlıyor ki bu satırlar, ardından geleceklerin de habercisi aslında: “Yol arkadaşım Fera ile birlikte, küçük sırt çantalarımız ve uyku tulumlarımızla yola çıktığımızda çok heyecanlıydık. Her yolculuk öncesi olduğu gibi. Bu kez, kimselerin uğramadığı uzak bir kıyıya gidiyorduk. Cennete gidiyorduk. Bu yeri bilenler, öyle çok seviyorlardı ki, yalnızca en güvendikleri dostlarına anlatıyorlardı. Çok duyulmasın, bilinmesin de bozulmadan kalsın diye.”
İnsan nasıl kıyabilir ki zaten böylesi güzelliklere. Hemen her gün televizyondan izlediğimizde, gazetelerde okuduğumuzda ve bazen de gidip gördüğümüzde içimiz nasıl sızlıyor, bir düşünün. Yazar ne güzel de anlatmış satırlarında bu cenneti. Okurken bile yaşıyor insan: “… Dere kenarında olmak ve gece gündüz çağıltısını dinlemek, geceleri dalga seslerinin verdiği derin huzurla uyumak, buz gibi bir kuyudan su içmek ve o suyla yıkanmak. Çepeçevre papatya tarlalarıyla çevrili olmak ve en sevdiğim ağaçların, yaşlı koca çınarların altında yaşamak. Üstelik kocaman kırmızı sardunyalarla dolu bir bahçede, daha önce hiç duymadığım türde kuş seslerine uyanmak…”
Lisans eğitimim için evden ayrılana dek ben de küçük bir sahil kasabasında yaşadım. Yaz mevsimi biraz kalabalık geçse de diğer üç mevsim dokuz ay sakinliğin getirdiği huzuru yaşardık. Gelin görün ki şimdi o yeşilden eser kalmadı. Para hırsı bütün mandalina bahçelerinin kökünü kazıdı. Her yer beton, her yer renksiz. Oysa turuncuyla yeşilin en uyumlu dansını izlerdik orada. Dolayısıyla kitabı okurken çocukluğumun cennet köşesi geçti gözlerimin önünden.
Sadece doğanın talanını, betonlaşmayı anlatmıyor yazar. O doğanın içerisinde yaşayan ve bu dönüşümden zarar gören dostlarımızdan da söz ediyor. Özellikle caretta carettalar. Ve onlarla birlikte diğerleri… Çocuklar kitabı okurken ‘bunu nasıl yapabilirler’ diye sorgulayabilirler. Ebeveynleri okursa yaşamlarından bir kesit bulacaklar. Sorgulamadan öte bir iç yangını hissedeceklerdir. Tabi tüm bu olanların bir ortağı değilseler.
Neyse ki mutlu bir son var kitapta. Fakat mutlu sona ulaşmak kolay olmuyor tabi. Her şeyde olduğu gibi bu mutlu son için de mücadeleyi okuyoruz “Cennetin Sahipleri”nde. Yazarın kişisel anılarıyla harmanladığı bu roman Tudem etiketiyle ve yine yazarın resimleriyle çocuklarla buluşuyor. Yaşadığımız çevrenin değerini bilelim. Çünkü yitirdiklerimizi geri kazanmak, ilk elde ettiğimizden daha zor oluyor!
Mehmet Özçataloğlu – edebiyathaber.net (8 Ocak 2018)