İngiliz edebiyatında Ian McEwan tartışmalı bir kişiliktir. 1970’lerdeki ilk edebi eserlerinin yayınlanmasından beri şiddet ve cinsel sapıklık konularına takıntılı bir kişi olarak ünlenmiştir. 1978’de yayınladığı ilk romanı Cement Garden’da (Beton Bahçe) annelerinin ölümünü saklayan kardeşlerin öyküsünü anlatır. New York Times gazetesinin kitap ekinde roman “sarsıcı”, “marazi” sıfatlarıyla değerlendirildi ve “Elinizden bırakamıyorsunuz” yorumu yapıldı. Bir eleştirmen eserlerini “ uğursuz”, “tüyler ürpertici”, “iğrendirici”, “nefret uyarıcı”, “ahlak bozucu” olarak yorumladı, bir diğeri “pislik ve müstehcen yazmaktan ne zaman vazgeçecek” diye sordu. Bir başkası böylesi az görülen cinsel sapıklıkları konu edinmesini onun edebi yeteneğini saçıp savurmakla, boş yere tüketmekle suçladı. Şiddet ve ölüm Ian McEwan’ın temaları olarak belirir; bu temalar üzerine yoğunlaşmış olması bu konuların insan doğasındaki yerini araştırmasında yatar.
“Sarsıcılık” yazarın yapıtlarında her zaman önemli bir rol oynadı. 1987’de The Child in Time’da bir çocuğun kaçırılmasını; The Comfort of Strangers’da (1981) Yabancı Kucak, sapkın bir cinselliği işledi. Gotik edebiyatın temel özelliklerinden olan tekinsizlik, gizem ve korku havasını yaratmak için mükemmel bir mekân olarak Venedik kentini seçmişti. Gerçekten de Yabancı Kucak eleştirmenlerin söylediği gibi az görülen cinsel sapıklıklardan mı söz eder yoksa cinsel sapıklığı ve bu anormal davranışı bilinçaltının tezahürü olarak mı ele alır? Şiddet insanın doğasında mı vardır? Hiç kuşkusuz McEwan okuru sado-maşist bir ilişkiye sürüklerken bu ilişkinin altında yatan ataerkil aile yapısını ve bu tip aile düzeninde babaya itaat etme üzerine yetişmiş bireyin sado-masoşizme nasıl itildiğini gözler önüne serer. Erkek egemen toplumun pis çamaşırlarını ortaya çıkarır.
Gizemli, karanlık ortamda sapık ilişkiler, ürkünç, dehşet verici, tüyler ürpertici sahneler… Eleştirmenlerin onu tenkit etmelerini anlamak zor değil. Ancak bu grotesk, ölüm soluyan şiddet ortamının altında alınacak dersler de yok değil. Kötünün her yerde var olduğunu, anormal arzuların her insanda bulunabileceğinin altını çiziyor. İnsanın kendini topluma iyi gösterme maskesi altında bilinçaltında yatan dizginlenemez hükmetme tutkusunun savaşını gözler önüne seriyor.
“Beton bahçe” dört çocuk üzerine odaklanır. Çocukların babaları bahçe duvarını çimentolarken kalp krizi geçirmiş, vefat etmiştir. Babalarını kaybetmelerinden çok kısa bir müddet sonra anneleri kansere yakalanır, o da kurtulamayarak vefat eder. Anneleri ölüm döşeğinde çocuklara yalnız kaldıklarını komşulardan gizlemelerini tembih eder, yoksa çocukların yeri kimsesizler yurdu olacaktır. Anneleri çocukları küf kokan, merdivenleri karanlık, nemli ve soğuk evde bırakırken, tahmin etmekte zorlandıkları bir yaşama sürüklenirler. Dünya büyük bir bilmeceye dönüşür. Annelerinin ölüsünü saklamak durumundadırlar. Annelerini bodrum katına gömmek onlara en iyi çözüm olarak görünür. Zaten babalarının bahçe duvarının inşası sırasında kullandığı bol miktarda çimento torbası bodrum katında depolanmış durumdadır. Büyük ablaları annelik görevini üstlenen kişi olur. 15 yaşındaki anlatıcı Jack ise ablası kadar bu duruma hemen adapte olamaz; evin içinde kayıtsızca dolaşmaktadır. Aileden ve onların baskısından da kurtulmak ister. Giyinişine, konuşmalarına, eve geliş-gidiş saatlerine, zevklerine ve isteklerine karışılmasından hoşlanmaz. Kendisine verilen sorumluluktan kaçar.
Çocuklar garip bir hoşnutsuzluk, bir sıkıntı içindedirler. Kavranması istenen önlerinde bekleyen tüm yaşamlarının sıkıntısı vardır. Yaşam ileride yaşanacak bir yabancı öğe gibi önlerine getirilmiş; her an beliren bir öğretiye her an hazırlıklı olmak durumunda belirsiz günlere gebedirler. Bir şeylere açılmak, bir yerlere koşmak, dünyayı kavramak isterken, dünyanın onlara yaşatılandan, öğretilenden daha başka olduğunun sezinlenmesini yaşarlar.
Beton Bahçe McEwan’ın ikinci romanıdır. 1981’de yayımlanan ilk romanı “Yabancı Kucak” Venedik’te geçen bir hikâyedir. Mekânı Venedik’te olsa da kente dair fazla bir bilgiye yer vermez. Aynı tutumu bu kitabında da sürdürür. “Beton bahçede” gene aynı şekilde yazar bazı şeyleri eksilterek bize bu hikâyeyi anlatır. Örneğin yer isimlerinden hiç söz edilmez. Annesi İzlanda’da yaşayan çok uzak bir akrabasından söz eder. Bu akrabadan başka hiçbir kişinin ismi geçmez. Evdeki kullanılan nesnelere gelince örneğin kitaplar da yerlerde atılmış çöp değeri taşıyan nesnelerdir, ailenin izlediği ne filmlerden ne de televizyon programlarından veya herhangi bir markadan veya ailenin kullandığı ve günümüz tüketim toplumuna dair hiçbir nesneden söz edilmez. Böyle bir tutumla McEwan bize bu hikâyenin zamansızlığına ve gizemine dair vurgu yapmaktadır. Örneğin çocukların yaşadığı ev hakkında da pek bir bilgimiz yoktur.
Roman çok çarpıcı bir cümleyle açılır: “Babamı ben öldürmedim ama işini kolaylaştırdığımı hissettim zaman zaman. Kendi fiziksel gelişimimde bir dönüm noktasıyla aynı zamana rastlaması dışında, babamın ölümü sonradan olanların yanında önemsizdi.” Bu açılış cümlesinden sonra babanın ölümünden sonraki hafta kız kardeşleri ile babaları hakkında konuştuklarını, ambulansçıların onu kıpkırmızı bir battaniye sarıp götürdüklerinde küçük kız Sue’nun ağladını okuruz. Sonra baba hakkında şu cümle gelir: “Sarımsı elleri ve yüzü olan, çelimsiz, sinirli ve takıntılı bir adamdı babamız. Burada onun küçük ölüm hikâyesinden söz etmemin nedeni sadece, kız kardeşlerimle benim nasıl bu kadar çok çimentomuz olduğunu anlatmak.”
Art arda gelen bu cümlelerle okur olarak bir ölüm hikâyesinin 15 yaşındaki bir anlatıcı tarafından anlatılacağını anlarız. Anlatının babasının ölümüyle başlamasındaki sebep gizemini korumaktadır; kesin olan bir şey vardır ki, böyle bir anlatım tarzı karşısında sarsılmışızdır. Hikâye anlatıcının, bu yeni yetmenin babanın ölümünü önemsizleştirmek istemesi karşısında şaşkınızdır. Acaba bu kayıtsız tutum bir yeni yetme cesareti midir? Ölüme bakışını mı anlatmak istemektedir? Kesin olarak bildiğimiz bir şey vardır: Anlatıcı, önemli gibi görünen ölümü kendi çapından önemsizleştirmek istemektedir. Bir adım daha ileri gidince bir baba oğul çatışmasının ilk belirtilerini bulmuş oluruz. Tüm bu düşünce çevresinde dolaşırken kesin olan bir şey vardır ki babanın ölümün anlatıcının hayatında çok belirleyici olmamıştır. Ama bu giriş bölümünden hikâyenin gaddar, duygusuz bir yeniyetme tarafından alay edilen bir tonda anlatılacak olması artık kesindir. İlk açılış cümlesine girecek olursak “ Babamı ben öldürmedim ama işini kolaylaştırdığımı hissettim zaman zaman.” ifadesi tabii ki bizi Odepeus kompleksine götürecektir. Bu kanıya varmamız anlatıcının (sayfa 22) sekiz yaşındayken bir sabah okulda şiddetli hastaymış gibi yaparak eve gelmiş olmasıdır. Anne bu duruma hiç şaşırmamış, onu giydirmiş, salondaki kanepeye taşımış, battaniye sarmıştır. Baba ve kardeşlerin evde yokken annesinin yanında olmasını istemesini annesinin gayet iyi bildiğini, belki de o gün içinde evde onunla beraber olmasından onun da memnun olduğunu, öğleden sonra geç saate kadar annesi ile beraber olup onu iş yaparken seyrettiğini, evin başka bir tarafında iken de dikkatle onu dinlediğini anlatır.
Şakadan yoksun, saygısız, yeni yetme anlatıcı ve bizim bildiğimiz klasik anlatıcı değildir. Hikâyenin belirsizlik içine anlatılması, hiçbir kültürel ve mekânsal referans verilmemesi okurun gizemli bir mekânda gezinmesini sağlayacaktır. Bu belirsizlik atmosferi çizilirken betimlemeden yoksun yalın bir anlatım dikkat çekicidir.
Anlatıcı suratsız yavan bir anlatıcı olmasının yanında hiçbir şekilde bir baltaya sap olmamıştır. Bu durum onu rahatsız etmemektedir, bir haksızlığa ve mağduriyete maruz kalmamıştır. Hayata atılmamış, hayat mücadelesi vermemiş, dünyaya uzaktan bakan, küçümseyici bir tavır içindedir. Bu suratsız ve garip bir anlatıcının bir diğer özelliği de tüm yeni yetmeler gibi çabuk parlamasıdır.
“Kimse bizi ziyarete gelmezdi. Ne annemin ne de hayatta iken babamın aile dışında gerçek arkadaşı vardı. İkisi de tek çocuktu ve bütün büyük anne ve büyük babaları ölmüştü. Annemin İrlanda’da çocukluğundan beri görmediği uzak akrabaları vardı Tom’un bazen sokakta oynadığı bir iki arkadaşı vardı, ama onları eve getirmesini asla izin vermedik. Artık bizim sokağa sütçü bile gelmiyordu hatırlayabildim kadarıyla eve son gelen insanlar babamı götüren ambulansçılardı.”
Yaşadıkları semt, şehir merkezinde değil, şehrin kenar mahallesindedir. Aile sosyal hayattan izole olmuş, çevrelerinden kopuk ve yalnız yaşamaktadırlar. Sanki başka bir gezegende gibidirler. Yaşadıkları ev bir zamanlar dolu bir sokakta idi. Şimdiyse yırtık oluklu tenekelerin etrafında ısırgan otların büyüdüğü boş bir arsadadır. Diğer evler asla yapılmayan bir otoyol için yıkılmıştı. Bazen gökdelenlerden çocuklar onların evinin yakınında oynamaya gelir ama genellikle yolun yukarısında ki boş prefabrik evlere duvarları indirmeye ve buldukları her şeyi almaya gelirler. Bir keresinde birini ateşe vermişlerdi ve kimse pek umursamamıştı. Yaşadıkları ev eski ve büyüktür, bir şatoya benzetilerek yapılmıştır, kalın duvarları, alçak pencereleri ve sokak kapısının üzerinde mazgallı siperleri vardır. Evlerinden yüz metre sonra bir caddeye çıkılınca birkaç sıra ev kalmıştır çünkü gerisi ve karşı caddedeki bütün evler dört adet yirmi katlı gökdelene yer açmak için yıkılmıştır.
Ergenlik dönemi bireyin kişiliğinin oturmaya başladığı, hayata bakış açısının belli olduğu ve bedensel ruhsal gelişiminin hızla geliştiği bir dönemdir. Ergenlik döneminde birçok ruhsal problem görülebilir. Aile içi sorunlar, olumsuz yaşam deneyimleri, düşük benlik algısı ve okul başarısızlığı depresyona neden olabilir. Ian McEwan “Beton Bahçe”de ergenlerdeki duygusal gelişim ve değişim konusunda dikkati çeken bir roman. Bu bağlamda söz konusu duygusal dalgalanmalar, karşı cinse âşık olma, mahcûbiyet ve çekingenlik, aşırı hayâl kurma, tedirginlik ve huzursuzluk, yalnız kalma isteği, çalışmaya karşı isteksizlik ve çabuk heyecanlanma gibi duygulanım durumları ile baş etmeye çalışan abla Julie ile Jack’in gelişim boyutu üzerine odaklanırken, bir aile trajedisinin yaşandığı bu ailede bu trajediyle nasıl bir savaş verdiklerinin anlatısı olarak dikkat çekici.
Ancak ergenin duygu ve davranışlarındaki bu iniş çıkışların yanında pek çok olumlu gelişme de gözlenir; gencin düşünme yeteneğinde önemli bir gelişme olur. Örneğin abla Julie’nin annelik görevini üstlenmesi ve aile üzerinde hâkimiyetini genişletmesi gibi, onun anne yeteneklerinin ön plana çıkması, kendisi ve ailesi için bir şeyler yapma, başarılı olma ve kendini kanıtlama eğilimi gibi duyguları anlamamızı sağlar.
Ian McEwan, annenin ölümü ile yaşanan bir büyüme hikâyesi anlatırken romanın kurgusunu insanın karmaşık dünyasına sonradan çocukluğa inmek yerine çocukluktan bakarak planlamış. Böylesi daha doğru ve inandırıcı bir bakış. O yüzden roman bu kadar etkileyici bir hale geliyor; bir büyüme hikâyesinin tam pençesine düşüyoruz.
Hayatımızda sadece birkaç deneyim annelerimizle kurduğumuz bağ kadar önemlidir. Bu duyguların kökeni çok derinlere inebiliyor. Buna “bonding” ilişkisi deniyor. Bonding ilişkisi, anne ile çocuk arasındaki temasla kurulan ilişkidir; psikolojide döllenme ile başlayan ve anne karnında iken daha da gelişen “birbirine ait olma, bütün olma” duygusu olarak tanımlanıyor. Bu duygu bebeğe anneye karşı güven geliştirmesi konusunda yardımcı olurken, annesine de bebeğini anlaması ve ona yardımcı olması, yol gösterebilmesi konusunda “özgüven” kazandırıyor. Annenin duygusal olarak yokluğu hiçbir diğer travmaya benzemiyor. Çünkü dikkatli, sevecen, koruyucu ve ilgili bir annenin varlığı tüm diğer olumsuzlukların etkisini hafifletebiliyor.
Ian McEwan bu romanında ergenlik döneminin sancılarını yaşayan çocuklara odaklanırken insan olabilmenin nasıl bir olgu olduğunu gösteriyor. İnsan olmak, ergen olmak cesaret gerektiren bir olgu, özellikle dünyada başka hiç kimse yokmuş gibi yalnız kalabilme cesaretini gösteren bir olgu…
Olgunlaşma ile masumiyetimizi kaybederiz. Çocukluğun kendiliğinden gelen o doğal, doğru, bir nevi saf içeriğinden çıkmış oluruz. Peki, bu masumiyetimizi kaybederken nasıl bir bedel öderiz? Nelerden vazgeçeriz? Ne kazanırız?
Raşel Rakella Asal – edebiyathaber.net (14 Mart 2018)