Uzun yıllar devlet tiyatroları repertuarına pek çok oyun sunmuş ve yine devlet tiyatroları, şehir tiyatroları, profesyonel ya da amatör pek çok özel tiyatro sahnelerinde çok çeşitli tür ve konularda oyunları (Televizyon Cumhuriyeti, İkinci Dereceden İşsizlik Yanığı, Komşum Hitler, Plastik Aşklar, Dilek Ağacı, Nefertiti Silifke’de, Mutlu Aile Fotoğrafımızın Perde Arkası, Düdüklü Tenecere) sahnelenmiş bir yazar neden öykü yazar? Sanırım “Neden öykü?” sorusu, öykü yazan her yazara bir gün sorulacak. Eski zamanlarda, ustalar için böyle bir soru ya da kaygının olmadığını, çoğunun zaten pek çok türde eser verdiğini de biliyoruz. Sanırım çağımız yazarlarının yazma saikleri bu soruyu da beraberinde getirdi.
Her ne sebeple olursa olsun, artık yazmanın ve yayımlanmanın bunca kolaylaştığı bir edebiyat ortamında edebiyatseverler için “iyi” hikâyelerin ihtiyaç olduğu ise bir gerçek. İyi bir hikâye için seçilen teknikler ya da önem verilen öğeler değişse de, karşı karşıya kalınan çıkmaz; anlatma unsuru.
Ali Cüneyd Kılcıoğlu, ilk öykü kitabı Yas Orkestrası’yla sırtında oldukça ağır yüklerin olduğunu, bir ağaç gölgesine oturup bunu artık bizlerle, unutanlarla, hatırlamak istemeyenlerle ya da bu yükün müsebbipleriyle paylaşma ihtiyacı yaşadığını hissettiriyor. Davul Derisi, Kebudfam, Aşktan Öldüm, Kore Parkı, Denizkızının Kılçığı, Arabesk Serap gibi kitabın ilk öykülerinde anlatma açlığının oldukça yüksek olduğu görülüyor, bu sebeple öyküler “söz tanığın” denilerek “ben anlatıcı” ile kurgulanmış durumda. Her bir karakter kendi yarasını kendi meşrebince bizlere anlatıyor. Ancak ikinci bölüm şeklinde bir ayrıma gidilmemiş olsa dahi son kısımdaki Komparsita Mehmet, Kemik İliği, Furya, Sepya Fotoğraf ile giriş öyküsü olan Sopranonun Tabutu öykülerinde, hikâye öğesi öykünün ana unsuru olmaktan çekiliyor, anlatıcı susuyor ve bizler Tanrı’nın gözlerine emanet şekilde kurgulanmış atmosferin içinde kayboluyoruz. Ancak bu an, biçarelik hali değil; okur olarak düşünmeyi, sorgulamayı, kendi imgelem dünyamızda yeniden yazma imkânlarını bizlere sunan bir kayboluş.
Tarih tekrarlarla yüklüdür, yeni zaman parçaları üretmez, eskilerini koparıp başka bir yere iliştiriverir ve o an başka duygularla aynı şekilde yaşanır. Bu şimdiki aklım olsaydı şöyle yapardım diyenler için bir nevi Tanrı mucizesidir. Hesaba katılmayan şeyse, tekrardan yaşanan o anların bir oyuktan habersizce çıkan örümceğin hızında gerçekleştiğidir. O an örümcek, insanın hafızasına ısırığını bırakır ve geri çekilir. Hazırlıksız yakalanan insan, ömründe sadece birkaç kez oluveren o tekerrürde yine bir şey yapamaz. Zaten insan hayatı denen şey de bu durumun ta kendisidir.
Seyirci için yazan bir yazardan, okur için yazan bir yazara dönüşürken karşılaşılabilecek bir çatışma da belki, göstermek mi hissettirmek mi soruları; yahut metne gömülü metaforları, simgeleri açıklayıp okura başka bir çıkış yolu bırakmayan hikâyeler kurgulayabilmek iken Kılcıoğlu, belki de ancak ikinci kitapta rastlanabilecek bir biçimde kitap boyunca gösterdiği gelişim ile kimi öykülerinde rastlanılan “fazla anlatmanın” bilinçli bir tercih olduğunu düşündürtüyor. Zira öykülerinde anlattığının ardında başka şeylerin olduğu düşüncesi her bir öykü için okurun zihninden çıkmayan bir işarete dönüşüyor. Bu izlek üzerinde yapılacak bir okumada ise karşımıza kimsesiz bir kadının cenazesini kaldırmak zorunda kalan komşu kadınların hikâyesini dinlerken klostrofobi içinde bir apartmana sıkışmış eski ile yeni değerlerin çarpışması; iki ihtiyar çöp toplayıcısının hikâyesinde töreler, Yusuf’un terk edilişi, bir şehrin isyanı; yaşamak için başkalarının dilini dil, evini yuva edinenlerin acı sırları; ışınlanmayı isteyecek kadar yasıyla yüzleşememiş, geçmişini ardında bırakamamış bir tonton teyzenin isyanı; tek dileği esmer, kıllı kocaman elli bir kısmet olan Serap’ın ne Bulgarya’da kalabilmiş, ne buraya varabilmiş çocukluğu; Komparsita Mehmet’in isminin neden Mehmet olduğu; oturak âlemi kadınlarının neşesinin ardındakiler en berrak halleriyle çıkıveriyor. Böylelikle tanıdık, bildik zannettiğimiz pek çok hikâye bizlere başka kapılar aralıyor. Üstelik bunu, kitabın adından çekinecek okurların içini rahatlatıcı bir biçimde melodrama ya da acı kanırtmaya varmadan gerçekleştiriyor.
Sopranonun Tabutu, Keramet gibi bazı öykülerinde ise sahnenin tüm ışıkları sönmüş de sadece tek bir oyuncuya odaklanan nokta ışığın altında devleşmiş bir oyuncunun aparına tanık oluyormuşçasına bazen aforizmaya kaçan bazen ağdalı bir dilin kenarından dönen cümleler yer alsa da, bu sır verme anları öykünün kendi doğası içinde meşru sınırlar içerisinde kalmayı başarabiliyor.
Yasını tutabilecek kadar bile merhamet edilmemiş insanların ve onların oluşturduğu toplumların yaralarının her dem kanayacağı gerçeği bizler için oldukça tanıdık. Ali Cüneyd Kılcıoğlu şefliğindeki Yas Orkestrası; görmezden, duymazdan gelinen yaraların gölgesinde devam etmenin zorluğunu ve “unutursak kalbimiz kurusun” ünlemi dışında bir dilin mümkün olduğunu sessiz usul tutturduğu melodisiyle haykırıyor: …hepimiz şahidiz.
Ebru Askan – edebiyathaber.net (24 Ağustos 2017)