Boris Vian üzerine düşününce, kendine has üslubu ve betimlemeleri geliyor aklıma. Ayrıca onun anlatısında nesnelerin anlatı içerisine canlı bir şekilde var edilmesi sanki metinlerine sinemasal bir etki katıyor. Bu anlamda o, kendini ayırt ettiren bir yazar, herhangi bir metnini okurken onu okuduğunuzu size hissettirebilen, özgün bir anlatıcı. Vian’ın Sel Yayıncılık tarafından basılan ve öykülerinin yer aldığı “Karıncalar” adlı kitabını okurken de bahsettiğim Vian üslubunu epey hissettim. Genel olarak aşk, müzik, militarizm, polis şiddeti gibi konuların yer aldığı öykülerinde yazarın, mizahi yanını ortaya çıkardığını ve bunu alay ile birleştirerek acıklı bir gülümseme hissi bıraktığını söyleyebiliriz.
Vian’ın öykülerinde, çoğumuzun bakışında olağanüstü olarak tanımlanabilecek durumları, insanın günümüzdeki kaygısızlığını betimlercesine, sıradan bir şekilde anlatısına yerleştirdiğine tanıklık ediyoruz. Yazar bu anlatma biçimiyle, insanın dünyada yaşananlara karşı takındığı umursamaz tutuma vurgu yapıyor olabilir bana kalırsa. O, böylece ne olursa olsun ne kadar acı çekilirse çekilsin, yaşanabilecek en trajik şey yaşanmış bile olsa insanın bir türlü fark etmediği ya da fark etse bile içselleşmiş bir tepkisizlikle karşılık verdiği, bu içinden çıkılmaz durumu ironik bir biçimde dile getirmiş. Örneğin, kitabın ilk öyküsü “Karıncalar”a baktığımızda bunu çok açık hissedebiliyoruz. Öyküde bir savaş anlatısı var, en çıplak haliyle savaş. Ancak karakterler olayın o kadar içerisinde ve savaş haline, ölüme o kadar yabancılaşmışlar ki her şey normal olması gerekenmiş gibi akıp gidiyor. Öykünün daha ilk cümleleri bize bu konuda fikir verebilir; “Bu sabah vardığımızda pek hoş karşılanmadık, çünkü sahilde ölü insan yığınlarından, daha doğrusu ölü insan, harap olmuş tank ve kamyon parçalarından başka ne kimse ne de bir şey vardı. Neredeyse her yandan mermi yağıyordu. Ben böyle zevk için çıkarılan kargaşadan hoşlanmam. Suya atladık ama göründüğünden daha derinmiş. Bir konserve kutusuna basıp kaydım. Tam o sırada gelen mermi arkamdaki herifin yüzünün dörtte üçünü götürünce, konserve kutusunu hatıra olarak sakladım.”
Burada öykünün anlatıcısı olan askerin yaşananlar karşısındaki tutumu anlatı boyunca devam ederken, Vian’ın yapmaya çalıştığı şey savaşın nasıl bir yıkım olduğunu anlatmasının yanında, insanın artık hayatın ortasında olup bitene karşı takındığı, doğallıkla kabul ettiği tavır bence. Bugün dünyaya baktığımızda da aynı tutumun hâkim olduğunu savaşın kötülüğünün yalnızca söylemde kaldığını, insanların savaşları, onun getirdiği acıyı normalleştirdiğini ve yaşamının bir parçası hâline getirdiğini gözlemleyebiliyoruz. Vian’ın asker anlatıcısı için de söyleyebileceğimiz böyle bir şey sanırım, savaş onun için artık yaşamının bir parçası ya yok edilecek ya yok edecek. Ve etrafında olup bitenler doğalmışçasına var kalma çabasını sürdürmeye çalışacak. Ta ki bir mayının üzerine basana kadar, askerin hareket ederse patlayacağını bildiği bu meret ona ayağının karıncalanmasıyla savaşı fark ettirirken, bu karıncalanma hissi, insanın farkına varması gerekene de gönderme yapıyor belki.
Boris Vian’ın kitapta yer alan etkileyici öykülerinden birisi de “Başarılı Öğrenciler”. Bir polis okulunda öğrencilerin nasıl yetiştirildiğini anlatan öyküde yazar polise şiddetin nasıl olağan bir şeymiş gibi öğretildiğini vurguluyor. Bu okulda yetişen öğrenciler için başarı uyguladıkları şiddetle doğru orantılı. Vian, yine “Karıncalar” öyküsünde de bahsettiğimiz gibi öyküdeki şiddet sahnelerini karakterlerin sıradan bir olaymışçasına içselleştirmesini öne çıkarmış. Karakterler arasındaki diyaloglarda birbirlerine yaptıkları işkenceleri anlatırken dile işleyen normalleştirme oldukça etkileyici. Mesela, karakterlerden Arrelent ve Poland arasındaki şu diyaloglardan ne demek istediğimiz anlaşılacaktır;
“Benimkinin dokuz dişini tek yumrukla kırdım ben,” dedi Poland. “Gözlemci tebrik etti.”
“Şansım yaver gitmedi,” diye ısrarla belirtti Arrelent. “Beni öyle sinir etti ki altın vuruşumu ıskaladım.”
Vian “Karıncalar” ve “Başarılı Öğrenciler” adlı öykülerinde polis şiddetini ve savaşı anlatısına taşırken, konuyu karakterlerin diline öylesine yerleştirmiş ki daha önce bahsettiğimiz gibi tüm bunların nasıl gündelik yaşamın bir parçası hâline geldiğini bağırmış âdeta. Ancak bu bağırtı okura açıkça verilen bir ses olmamış, normal yaşamsal bir durumdan bahsediliyormuş hissi ile ortaya çıkarılmış ki bana kalırsa yazarın öykülerini farklı kılan da bu anlatım biçimi olmuş.
“Karıncalar” kitabındaki öykülere genel olarak baktığımızda karakterlerin yaşamın tam ortasında olmalarına rağmen, ona kıyıdan dâhil olabilen tiplerden yaratıldıklarını söyleyebiliriz. Fahişeler, figüranlar, tesisatçılar, genellikle trenle yolculuk yapan insanlar, müzisyenler ve hayvanlar; kediler horozlar. Çoğunlukla kırgınlıkları olan, yaşamdan tam olarak istedikleri karşılığı alamamış biraz komik genel olarak keder hissi bırakan karakter anlatıları olarak da tanımlayabiliriz sanıyorum öyküleri.
Vian’ın metinlerinde sevdiğim ve bence onun anlatısını ayırt edici kılan yanlardan birisi de her şeyin nesnelerin bile canlı bir şekilde hikâye içerisinde yer alması. Bu durum öykülerinde de karşımıza çıkıyor; kızgın musluk başları, incinen kablolar, arkadaş olmak istenen yangın söndürücüleri… Tüm bunların simgesel olarak söylediği aslında bir yalnızlık duygusu sanırım. Çünkü insanın nesnelerle insani bir ilişki içerisinde olması daha çok etrafındaki insansızlıkla ilişkilenebilir gibi geliyor bana. Bir musluk başının sizi ıslatmasını kızgın olmasına bağlamanız, kablonun ayağınıza dolandığında incindiğini düşünmeniz veya kendisini çok kederli hisseden figüran öykü karakterinin, acınası bir hâlde locasına dönerken fark edip aklından dost olmayı geçirdiği yangın söndürücü, tüm bunları bu denli canlılıkla ifade etmenin başka nasıl bir anlamı olabilir ki?
Bana kalırsa Vian’ın anlatısını etkileyici kılan bir yan da benzetme ve betimlemeleri. Yazara biraz temas etmiş okur sanırım sadece benzetme ve betimlemeleriyle bile onun metninin içinde olduğu hissini duyabilir. Birkaç örnek vermek gerekirse; “Tuzlu göz yaşlarıyla paslanmış menteşeler”, “çay pembesi ten”, “Peynir küfü mavisine boyanmış ve hâlâ etkisini sürdüren salonun atmosferinden sonra limon kokulu gecenin ayazı”, “mavi pullu büyük gölet” gibi pek çok Vian üslubunu yansıtan tasvir ve benzetmelerle örülmüş öykülerle karşılaşıyoruz kitapta. Ki sanırım Vian okurken öykülerin atmosferine kapılıp gitmemizin en önemli yanlarından birisi de bu çünkü mesela benim okuma deneyimim de mekânlar hep mavi olarak beliriyor zihnimde, peynir küfü mavisi…
Boris Vian’ın “Karıncalar” adlı kitabı dokuz öyküden oluşuyor. Her öykü sizi ayrı bir mekâna, bambaşka karakterlerle tanışmaya götürürken, Vian kendince üslûbunu sonuna kadar yansıtıyor. Genel olarak mizah ile kederi içi içe getirmiş bu öyküler her okunduğunda ayrı bir haz verecek gibi geliyor bana.
Emek Erez – edebiyathaber.net (27 Mart 2017)