“İstanbul’a sahip olmaya çalışmaktan vazgeçip
ona sahip çıkmak gerekiyor… Bir şehre
sahip çıkmak, sizi o şehirde hayatta tutan özgürlüklere,
haklara sahip çıkmakla eşdeğer.”
Yenikapı’da yapılan arkeolojik kazılarda İstanbul’un tarihinin yaklaşık 8.500 yıl öncesine dayandığı haberleri, son bir kaç yıldır gündemi ve iktidarı meşgul etti. İstanbul’un bu kadar eskiye gitmesi, onun kökünün de kazınmasının önündeki güçlükleri artıran bir gelişmeydi. Oysaki İstanbul’un tarihinin çok daha eskilere gittiğini biliyoruz; örneğin Yarımburgaz Mağarası’ndaki arkeolojik çalışmalarda yaklaşık 400 bin yıllık bulgulara rastlanmıştır. Bu kadar eskiyi telaffuz edebilirken, Yenikapı’daki bu 8.500 yıllık tarih neden önemli?
Yenikapı kazılarındaki “üç-beş çanak çömlek”in önemi, onların İstanbul’un en eski yerleşim dönemine işaret eden bulgular olmasıdır. Yüz binlerce yıl sığınaklarda yaşayan insanlar yaklaşık 8500 yıl önce İstanbul’da köyler kurmaya başlamışlardı. Bu belgeler İstanbul’un en eski yerleşimine ait izlerdir; bugünkü İstanbul’un en derine inen kentsel yaşamının kökleridir. Güneydoğu Anadolu bölgesinde çok daha erken olan bu gelişmeleri bilim insanları bir devrim olarak adlandırmışlardır. Çünkü insan (en azından bu coğrafyada) milyonlarca yıllık geleneklerinden vazgeçerek, yeni bir yaşam kurgusu yapmış ve kendisini yeniden tanımlamıştı. Bugün içinde bulunduğumuz İstanbul’daki ilk kentsel yaşamın temelini atan onlar olmuştu.
Tüm Yakındoğu ve Anadolu’da yaşanan, mağaralardan köylere, evlere geçiş bir keşif veya gelişme miydi yoksa bir zorunluluk mu halen tartışılmaktadır. Örneğin evrimselci yaklaşım, köylerin barınmayı sağlayan bir keşif olmayıp insanlar arasındaki ilişkileri tesis için düzenlendiğini ileri sürmektedir. Hangi sebeple gerçekleşmiş olursa olsun, beraberinde yeni bir yaşam biçimi getirdiğinde herkes hemfikirdir. Mahremiyet, mülkiyet, ahlak, hukuk, aile, toplum gibi kavramlar ya ilk kez dile getirilmiş, ya da anlamları yenilenmişti. Mağaraların sınırsız, “özel olmayan” yaşamları ayrılmış, insanların arasına duvarlar, evler hatta köyler girmişti. Elbette beraberinde ordular, savaşlar, iktidarın ve mülkiyetin sınırları da bu “gelişme”yi tamamlamıştı. Mağaralarda insanların bedenleriyle tayin ettikleri kişisel mesafe algıları ve ilişkileri, kurulan köylerde duvarlar, yollar, kapı ve pencereyle belirlenmeye başlamıştı. İnsan ilişkileri, insanın kendi inşa ettiği mekânlarla şekillendiriliyordu ve artık onu değiştirmek ancak yeni mekânsal düzenlemelerle mümkündü. Artan mahremiyet ihtiyacını karşılamak için ses geçirmez sağır kerpiç duvarlar, bir yandan gizlenmesi gerekeni gizlerken diğer yandan yakınlaşması gerekeni, arzulandığı ölçüde yakınlaştırmıştı.
İçeridekilerle dışarıda kalanların birbiriyle ve merkezi otorite ile ilişkisini düzenleyen mimaridir yerleşim. Sınıflı toplumun, hiyerarşinin kaynağı hep bu sürecin ürünüdür. Yerleşim/kent insanların toplumsal olarak hareket ettirilebileceği bir harmoni oluşturmuştur. İnsanlar arasındaki ilişkilerin tesisi için yerleşimleri ve içindeki mekânları birbirlerine karşı konumlama, planlama iktidarın/egemen güçlerin yeni oyun alanı haline gelmiştir.
İnsanın barınma ihtiyacının karşılanması şeklinde başlayan mekânsal tasarımlar, geçen on bin yılda insanın davranışlarını belirleyen ve kendine ibadet ettiren mekânlara yönelmişlerdi.
Bundan böyle insan mekâna hizmet edecekti, küresel sermaye böyle istemişti.
Akan zaman, mesafeyi bir sanal tık mesafesine indirmiş, dünyayı bir köye dönüştürmüştür. Kapitalizmin küresel çarkından hiç bir yerleşim kurtulamamış, büyük alışveriş merkezleri yaşamın döngü noktaları haline gelmiş, hafta sonları ibadethanelerden daha fazla ziyaret edilir olmuşlardı. Modern kentler ve sakinleri bu değişime daha kolay adapte olurken, kökleri tarihin derinliklerine inen, hatırı sayılır bir kültürel damara sahip kentler ve sakinleri bu süreci daha sıkıntılı yaşamaktadırlar. Kökleri on bin yıllık geçmişe kadar inen gelenekler, baş döndürecek hızla değişen sürece ayak uydurmakta güçlük çekiyor, uyduramayanlar ise marjinalleşiyordu. İşte bu noktada, iktidar devreye giriyor, bu azınlığı topluma kazandırmak için kent dokusu üzerinde, “dönüşüm” ismini verdiği büyük değişikliklere soyunuyordu…
Mahalleler, eski evler, yaşam biçimleri yıkılıyor, gelenekler yerle bir ediliyordu…
“Mahallede bir ev yıkıldığında o evde yaşayanlarla aranızdaki hukuk da yıkılmış olur. Şehirde bir mahalle yıkıldığında, o mahallenin şehrin diğer mahalleleriyle arasındaki hukuk da ortadan kalkar”. Sel Yayıncılık’ın “Kentsel” dizisinin bu ayki kitabı İstanbul: Müstesna Şehrin İstisna Hali’ni derleyen Ayşe Çavdar ve Pelin Tan kitabın Sunuş’unda bir yerleşimin toplumsal ve bireysel davranış örgüsündeki rolünü bu şekilde ifade ediyorlar. Çavdar ve Tan bu bilinçle, “Kentsel Dönüşüm” projeleriyle yapılanın bir toplum mühendisliği olduğunu ve devletin kentsel yaşamı belirleyen yegâne rolü üstlenme cüretini gösterdiğini ileri sürüyorlar. “Devlet vatandaşları arasındaki ilişkilerin moderatörü, muhtarı olmak istiyor. Onsuz nefes bile almayalım diye yıkıyor mahallelerimizi… Birbirimizle konuşmayalım, anlaşamayalım ve yalnızca devletin sınırlarını çizdiği formel bir dille, önce ona sonra birbirimize biat edelim diye yıkılıyor İstanbul. Yıkılan her mahalle, İstanbul’u var eden özerk ve özgün beşeri ilişki ağlarının, devletin gücünü sınırlayan sivil dilin ve direncin mezarlığına dönüştürüyor”. Bu dayatmaya verilen ve giderek şiddetlenen tepkiler ise, İstanbul’da yaşayanların şehirle kurdukları bağlara, kendilerini o şehirde tutan değerlere sahip çıkmak olarak okunabilir. Alışıldık mekânlarla birlikte alışıldık yaşam biçimlerinin de yok olmasına karşı gösterilen bu direnç, İstanbulluların yaşamlarını ve kendilerini yok edecek hafriyatadır.
Çavdar ve Tan bu çalışmayı, İstanbul için iktidarın hazırladığı “Kentsel Dönüşüm” projesine odaklamış ve yaşananları Agamben’in “istisna hali” teorisiyle açıklama yoluna gitmişler. G. Agamben’in Kutsal İnsan (Homo Sacer), Egemen İktidar ve Çıplak Hayat (Ayrıntı) kitabında ele aldığı bu teori, iktidarın ülke toprakları üzerindeki meşruiyetine yaslanarak oluşturduğu/tanımladığı “istisna” durumu kontrol ederek kendini yeniden üretmesine yoğunlaşır. Hükümetin İstanbul’da olası bir deprem riskini gerekçe göstererek çıkardığı “afet yasası” İstanbul için Tarlabaşı, Sulukule, Ayazma … gibi farklı kültürel yaşam noktalarını “istisna hali”n içine dahil etmiş, buranın sakinlerini homo sacer’a (kutsal insan) dönüştürmüştü. Bu yasa iktidara, mülk sahiplerine rağmen karar verme imkânı tanımıştı. Böylece devlet, yurttaşının kentsel olanaklardan insani koşullarda yararlanması için gereğini yapma ve güvenliğini düşünme “misyonu”nu da yüklenmişti. Tanımladığı olağanüstü bir istisna durumuyla, devlet normal koşullarda yapılması güç görünen bir dizi değişikliği oldu bittiye getirmeye çalışıyor, bunu da bu alanda ikamet eden yurttaşlarının iyiliği için olduğunun politikasını yapıyor… Oysaki bu kentsel politikaların ardında, yeni rant alanları açmak ve bu noktalardaki “marjinal” yaşam pratiklerini de ortadan kaldırma düşüncesi yatmaktadır. Hemen yapıldığı tüm illerde kentsel dönüşüm projelerinin Rum, Ermeni, Çingene veya Kürt mahallesini hedef almasının nedeni budur.
Kitapta, Toki, orta sınıfın risk algısı, İstanbul’un yeniden yapılanması gibi pek çok konuya; Tayfun Kahraman, Jean-François Pérouse, Cevdet Yılmaz gibi yazarlara ve Erbay Yücak’la yapılmış bir röportaja yer veren Çavdar ve Tan, okuyucuya şu tavsiyede bulunmaktadır: “Siz devlete haddini bildirmezseniz, o size kendini dayatmak için kırk dereden su getirmeye devam edecek. İşin kötü tarafı, sizi var eden özgürlüklerden konfor adlı o zehirli sulardan içmek suretiyle vazgeçeceksiniz”.
İsmail Gezgin – edebiyathaber.net (5 Eylül 2013)