Mansur Ayık: “Toplumsal çürümeye karşı bir yüzleşme romanı yazmak istedim.”

Haziran 22, 2024

Mansur Ayık: “Toplumsal çürümeye karşı bir yüzleşme romanı yazmak istedim.”

Söyleşi: Umut Şener

Mansur Ayık’ın son romanı Hiç Kimse geçtiğimiz günlerde okuyucuyla buluştu. Hiç Kimse yakın dönem memleket hallerine dair çarpıcı bir panorama sunuyor. Yazarla son romanı üzerine konuştuk.

Merhaba. “Buluşma”dan sonra yine bir romanla, “Hiç Kimse” ile edebiyat sahasındasınız. Kutluyorum. Yurtdışında yaşayan Türkiyeli bir yazar olarak ciddi bir okur kitleniz var aslında. Bunu okurla yüzyüze gelme imkânınız çok kısıtlı olduğu halde ve sosyal medya başta olmak üzere edebiyat platformlarının, kitle iletişim araç ve yöntemlerinin sizden pek de haberdar olmadığı, söz etmediği koşullarda başardınız. Kendinizi tanıtır mısınız? Bence bu girişin üstüne merak edenler olacaktır.

Merhaba. Öncellikle teşekkür ederim. 1972 İstanbul doğumluyum ama aslen Dersimliyim. Politik faaliyet oldukça uzun sayılabilecek bir süre hayatımın merkezinde oldu. Hatta diyebilirim ki düzen hayatı diye vurguladığımız dünya ile gerçek anlamda 32 yaşından sonra tanıştım. Sonrasında bir okul bitirip uzun yıllar pedagog olarak farklı kurumlarda çalıştım. Politik duyarlılığım devam etti ama bunun yanında tiyatro oyunları, şiirler ve kısa hikayeler yazmaya başladım. Ta ki bir gün kafamda yıllardır taşıdığım o hikâyeyi yani “Buluşma”yı yazana dek. Ek olarak 25 yıldır Viyana’da yaşıyor ve bir sosyal projede çalışıyorum.

İki roman arasında geçen süreçten biraz bahseder misiniz? Ne kadar sürdü? Yeni romanın temasına ve konusuna karar vermenizde neler belirleyici oldu? Bildiğim kadarıyla “Buluşma” iyi denecek bir sayıda basılmıştı ve tamamı tükendi. Yukarıda söz ettiğim dezavantajlı durumu (yurt dışında olmak) tersine çeviren ve sizi okurla buluşturan ne oldu?

İki roman arasında geçen süre yaklaşık 4 yıl.  Evet, “Buluşma” beklenenden fazla okundu. Ama bunu ben başardım dersem doğru ifade etmiş olmam. Sonuçta ilk romanımdı ve dediğin gibi kimsenin tanımadığı uzun yıllardır uzakta olan biriydim. Fakat eski mücadele döneminden arkadaşlarım romanı okuduktan sonra hakkında yazmaya başladıkça bir anda “Buluşma” çok konuşulur oldu. Sanırım otuzun üzerinde uzun değerlendirme yazısı çıktı “Buluşma” hakkında. Aslında bu çok anlaşılır bir şey; aynı hikâyeden, aynı yollardan, aynı yaralardan gelenler bu yolculukta kendiyle de buluştu.  Diğer taraftan, doğal olarak, bana en çok sorulan soru “bir sonraki roman ne zaman” oldu. Hep aynı cevabı verdim, yazarlık benim mesleğim değil. O yüzden kendime hiç yazar demedim, mümkün mertebe dedirtmedim. Ben bu zorlu süreçte kulaklara hikâye fısıldamaya çalışıyorum. Hem kendim için bir direniş yolu bu, hem de bu fırtınada ufak da olsa satırlarla bir izdüşüm bırakma çabası. Uzatmayım üçüncü yılın sonunda “Hiç Kimse” zihnimde dolaşmaya başladı. Ben hep suyun kaynama noktasına benzetirim kaleme düşmesini, o vakit geldiğinde yani bundan yaklaşık 11 ay önce tekrar bir köşeye çekilip yazmaya başladım.

“Hiç Kimse” yi neden yazdınız? Ne anlattınız? Bu romanın dert edindiği sorun ya da sorunlar neler?

Bunun cevabı oldukça uzun aslında. Çünkü benim kişisel yolculuğumla bağlantılı. Ben hep derdi olan hikayeleri, derdi olan çalışmaları, derdi olan insanları sevdim. Eksiklikleri, yanlışlıkları ve yetmezliklerine rağmen. Popüler, pragmatist ve samimiyetten uzak her şey itici geldi hep. Ben samimiyetin tüm kapıların anahtarı olduğuna inandım hayat yolculuğunun bir evresinde.  Bu yanıyla zaten “Buluşma” buna paralel bir iç hesaplaşma hikayesiydi. Zorlu bir yolda sol binlerce arkadaşını toprağa verdi. Hayatta kalanlar ise ağır bedeller ödedi. Dönüp baktığımda birebir tanıdığım birçok arkadaşım hayatını kaybetti. Hepsi çok büyük ve güzel bir yüreğe sahip insanlardı ve ömürlerini feda ettiler. 

Özellikle solun güç kaybetmeye başlamasıyla birlikte ve sosyal medyanın da herkese konforlu-risksiz bir kimlik hediye etmesiyle; her kulvarda sol, dalga geçilen, aşağılanan ya da karikatürize edilen bir hedef tahtasına dönüştü. Ömründe tırnağını feda etmeyecek tonla şovmen- geveze o alanlarda her gün asabımı bozan binlerce paylaşımı gözüme soktu. “Buluşma” buna tepki olarak doğan geçmişe ve arkadaşlarımıza bir vefa bağlılık- hikayesiydi. Baki Altın’ın önsözde yazdığı gibi 1980- 2000 arasında olan bir yolculuktu. Oysa bir de bugün vardı. İşte “Hiç Kimse” 2000-2023 arası o şiddetli savrulma ve çözülme sürecine dair bir hikâye. Zor zamanlar yaşadık, bizden öncekiler 70’leri, 80’leri, bizler ise 90’ları. Kişisel gözlemim hiçbir süreçte bu kadar ağır bir umutsuzluk, ideolojik anlamda eksen kayması ve ufuk daralması yaşanmadı. O yüzden bu geçici yenilgi döneminde insanın kendi savrulmasına ve yüzleşmesine dair bir roman “Hiç Kimse”. Tabi bir de toplumsal hayata ve insanlara bir bakış var… Beni susturmazsan bu konuda bir saat devam ederim “Hiç Kimse” bu söyleşiyi okumaz.

Lütfen devam edin, özlenen bir samimiyet var sözlerinizde, kendini okutur eminim. Neyse… Konuya döneyim. İlk romanda oluşturduğunuz ve ikinci romana taşıdığınız ne tür edebiyat öğeleri ve yaratımdan söz edilebilir? Yeni romanda, sizin yazma evreniniz açısından yeni olan neler var?

Demin samimiyetten bahsetmiştim. O yüzden diplomatik bir cevap değil içimdekini söyleyeceğim. Ben kendime edebiyatçı demem-diyemem. Bolca okuyan ve bazen şiirle bazen satırlarla kendini ifade etmeye çalışan biriyim. Ama iki romana dair en azından şunu söyleyeyim: “Buluşma” örgütlü yaşamdan gelen ve bunun bedelini ödeyen insanların bir iç hesaplaşma hikayesiydi. Hatta bu yüzden romanı basmadan önce hala örgütlü mücadelede bulunan eski dostlarıma gidip helallik istemiştim. Buradan da tekrar teşekkür edeyim okudular, ilgilendiler ve fikirlerini ilettiler. Şuraya geleceğim, “Buluşma”dan sonra çok iyi bildiğim bir alandan çıkıp yıllarca kırık aynadan izlediğim bir dünyayı yazmaya çalıştım. Başka karakterler, başka yaralar, en önemlisi çok başka bir yerden başka bir jargonla. O yüzden edebiyat anlamında değil ama dil ve duruş anlamında farklı bir dünyayı anlatmaya çalışıyor ikinci roman.

Edebiyatın giderek ticari bir faaliyete dönüştüğü, edebiyat başlığı altında yapılan birçok işin de edebiyat dışında her şeyin tartışıldığı zeminler haline gelmeye yüz tuttuğu bir sürecin içindeyiz hep birlikte. Yakın zamana kadar yazanlar, çalışmaları bir kitap haline geldiğinde bunu “okurun huzurunda olmak” biçiminde ifade ederlerdi. Fakat artık “okura emanet” söylemi ile daha sık karşılaşıyoruz. Kuşkusuz ikisi farklı bakış açılarının ürünü söylemler. Sizin tercihiniz hangisi? Sorumluluk sizde mi, okura mı bırakırsınız?

Bu konuda ben de süreci bazen üzülerek takip ediyorum. Geçenlerde bir yazarla oturup konuştuğumda cidden dehşete düşmüş ve şiddetli tepki vermemek için kendime iç terapi yapmak zorunda kalmıştım. Çünkü açık ve net bir biçimde, tek derdi yaşanan acılardan nemalanıp bunun üzerinden para kazanmak ve şöhret olmaktı. Derdi olanı severim demiştim ama tek derdi kendi olan sanırım en nefret ettiğim tiplemeler. Bu da uzun ve çokça üzerine konuşulabilecek bir konu ama ben soruna geçeyim.

Eskiden olsa kesinlikle ikisinden birini seçer ve orada inatla dururdum. Artık her konuda mutlaklık tavrını çok doğru bulmuyorum. Elbette mutlak bir tarafta duruşumuz gibi konular değil kastım. Ben ikinci söyleme daha yakınım ama ilkini savunanı da anlarım. Benim açımdan benim kendi yazdığım romana dair son sözüm romandaki son cümledir. Gerisi okurun algısı, beğenisi, eleştirisi, onayı ve reddidir. Ki “Buluşma” genel anlamda beğenilse de eleştirel yorumlar da geldi ve çoğundan pek çok şey öğrenmeye çalıştım.

“Hiç Kimse” nin başkarakteri Yaman da bir yazar. Yazma yolculuğu içinde zirveyi ve dibi gördüğü dönemler var. Bu dönemlerin dinamiklerine bakınca toplumsal ve -bireysel diyemeyeceğim- kişisel konuların işlenmesinin belirleyici olduğu görülüyor. Bu yanıyla edebiyatın hayata karşı sorumluluğunu ve yazarın aydın misyonunu taşıması gerektiğini vurgulayan bir eleştiri okudum ben romanınızda. Tam olarak eleştirdiğiniz nedir?

Romandaki yazar Yaman esasen çok yetenekli, dediğin gibi zirveyi görmüş biri. Yaman’ın nezdinde bugüne dair genel bir eleştirim var. Yaman samimiyetini kaybetmiş yeteneği ile herkesi manipüle eden ve kendine ihanet etmiş biri. Bence bugünün yaygın hastalığı bu durum. Mesele benim açımdan aydın eleştirisi değil bu uzun konu ama Türkiye’de aydın tanımı bence sıkıntılı. Benim burada denediğim kişisel ve toplumsal bir eleştiri. Daha dün sosyal medyada, her türlü rezilliğe bulaşmış birinin havalı bir profil fotosunun altına destansı devrimci cümleler yazdığını gördüm. Ve bunlar artık tekil örnekler değil. Romanı ilk okuyanlardan eski bir arkadaşım aradı, o şimdilerde bir patron. Ve dedi ki “bana iyi gelmedi, satırlarda kendi gerçeğimi gördüm”. Bence sevindirici, çünkü o arkadaş esasen iyi biri ve kendine dönüş yolunu bulmalı. Gerçekten kopuş, kendine yabancılaşma ve bunu perdeleyerek oynama çabası herkesi toptan çürütüyor. O yüzden bir yüzleşme denemesi “Hiç Kimse”, tabi hala samimiyetle direnmek isteyenler için.

“Buluşma”daki karakterlerin benzeri yüzlerce insan Avrupa’da yaşıyor. Ben de ilk romanınızın Avrupa’da yaşayan ve siyasi bir geçmişi olan bir yazar olarak daha çok oraya hitap ettiğini düşünüyorum. Avrupa’da göçmen Türkiyeli sayısı oldukça fazla. Ortalama bir politik bilince sahip olduğunu düşündüğüm bu kitle açısından okunurluğunuz ne durumda? Onların dikkatini çeken yanlar neler oldu? Nostalji mi, bugünkü sorunların kaynakları mı, özeleştiri mi? Sorunların, olayların Türkiye gerçeği ile bağlarını ne derece görebildiler, gösterebildiniz?

Bu soruya cevap vermeden bir şey söyleyeceğim, bu söyleşi işi zormuş, yoruldum biraz. İlk tespitine katılmıyorum, çünkü ülkede veya yurtdışında yaşayan yolu mücadeleden geçmiş herkese dair esasen. Okunurluk dediğim gibi hakkında yazılar çıktıkça talep arttı ve bu yolla oluştu. Ki bu bugün net şekilde kendini belli ediyor. “Buluşma”yı ben okura ulaştırmaya çalışırken, bugün okur bana romanı ulaştırmam için kısmi baskı yapıyor. Öyle ki roman bana ulaşalı sadece 2 hafta oldu ama neredeyse tükendi. “Buluşma”nın tükenmesi 2 ayı bulmuştu.

Diğer konu için, en baştan sunu söyleyeyim, beni “Buluşma”yı yazdığıma pişman ettiler Bilirsin bizim insanlarımız konuşmayı ve anlatmayı sever. Bu yanıyla Almanya’ya gittiğimde neredeyse saatlerce tek tek her karşılaştığım kişinin tüm devrimci geçmişini, hikayesini bir de sürece eleştirilerini dinledim. Romanı yazmasam dinlemezdim ama dinlemesem “roman yazmış havaya girmiş” kişi olacaktım. Bir de ülkede değil ama yurtdışında katıldığım söyleşiler sanki bir anda parti kongrelerine dönüştü. Ülkedeki insanlar gayet ağırbaşlı, gerçekliğin farkındayken, yurtdışında bana önündeki biraları tüketen bir abi “madem bu kitabı yazdın söyle bakayım, ne olacak bu devrimci örgütlerin durumu?” diye sordu. Ben doğal olarak bir yorumda bulunmadım haddimi aşan bu duruma. Ama galiba gerek de yoktu. Salonun yüzde yetmişi bu konuda konuşurken kendinden geçti. Durdurabilmek için sonunda istemeden de olsa sert bir çıkış yapmak zorunda bıraktılar.

Ciddi cevap ise şu: Elbette her okuyan bugün durduğu yere göre tepkiler verip ona göre karakterleri sevdi veya sevmedi. Hala derdi olanlar bazen ağladı çokça sorguladı. Ufak bir kesim de gereksiz başımı şişirdi… Yani işin sadece nostalji boyutuyla ilgiliydiler.

Kaç soru daha var?

Az kaldı ama önemli sorular. Sormazsam çatlarım. “Hiç Kimse”de beni en çok etkileyen ayrıntıların başında, sonuçları açısından devasa bir sorun olarak devam eden 6 Şubat depremleri geliyor. Türkiye’de bile deprem doğru anlaşılmadı, anlatılmadı. Avrupa’da bunun doğru analiz edilebileceğini düşünmüyorum. Yardım ve dayanışma gibi birbirinden ideolojik olarak tamamen ayrı iki kavram, ne idüğü belirsiz bir yardım kavramının içinde harmanlandı. Vicdani bir rahatlama yaratıldı ve bitti. Diğer yandan anlatmayı dert etmiş olmanızı, yirmi yıllık bir süreci bugüne bağlarken, bağlamı bu can yakıcı toplumsal sorunla kurmanızı çok değerli buluyorum. Onlarca konu varken neden depremi seçtiniz?

Depremi satırlara taşımamın iki nedeni vardı. İlki bende uyandırdığı dehşetle ilgiydi. Günler geçmiş insanların anneleri, kardeşleri, çocukları göçük altındayken ve kurtarma ekipleri, araçları hala onlara ulaşmamışken yaşadıkları o devasa çaresizlik ama bir de beni şaşırtan tepkisizlikleri. Televizyondan takip ederken herkes gibi bende de izler bıraktı. Tam da burada ikinci neden canlı yayında tanık olduğum bir durumdu. Enkazın önünde canlı yayın yapan kadın muhabir genç bir kıza uzattı mikrofonu. Kız günlerdir ailem enkaz altında yardım gelmiyor dediğinde muhabir kızın sözü bitmeden hızla yanından uzaklaştı. İktidar korkusu, vicdanı, merhameti unutacak, ufak bir çığlığı bile duyamayacak kadar büyüktü. O yüzden de belki “normal” bir ülkede 300- 500 kişinin yaşamını yitireceği bir depremde yüzbinlerin yaşam hakkını çaldı vahşi kapitalizm. Ve bizler ne yazık ki bunu yine ancak sadece sosyal medyadan eleştirebildik.

Depremi herhangi bir aydın bakışı ile değil, ki zaten bu tanımı sıkıntılı bulduğumu söylemiştim, vicdanı kanayan, o kızı unutmayan, o binlerce insanın çalınan yaşamından kaynaklı öfkeli bir insan olarak satırlara taşıdım. Ha bir de tabii insan bilir ama kendi gerçeği ile yüzleşmez genelde. Ancak ağır bir kayıp ya da bir deprem onu en azından bir süre masum hale getirebilir. Bilirsin masumiyet artık karşılaşıldığında sevinilen bir şey haline geldi. Tıpkı “Hiç Kimse”deki Adnan gibi.

Türkiyeli okurlarla buluşabilmeniz için neler yapılabilir? Kitaba – “Hiç Kimse”ye- nasıl ulaşılır?

Yani bu benim için cevaplaması zor bir soru. Uzun yıllardır ülkeden uzağım, bunun ilk 12 yılı ülkeye hiç gelemedim. Haliyle tanıtım anlamında gerekli bağlantılarım yok. Ayrıca asıl mesleğim ve bazı sorumluluklarım dahilinde öyle uzunca zamanım da yok. Elimde sosyal medya olarak sadece facebook var. İnstagram aç dediler roman için, hatta sen de dedin, ama ben facebook ile bile zor baş ediyorum. Romanı okuyup yazanlar, soranlar ya da farklı bir konuda yazanlara bile kısaca cevap vermek zorundayım. Çünkü yaş ilerledikçe ve sosyal medya ile ilgili bıkkınlarımla birlikte, neredeyse zaten çok az kullanır olmuştum, öyleyim. Romandan kaynaklı tekrar biraz aktifim ama açıkçası yorucu oluyor. Diyebileceğim tek şey ilk romandaki gibi okurlardan roman hakkında değerlendirmeler gelirse yeni insanlara ulaşmak mümkün olabilir. Ama son cümle olarak romanı bin kişi de okusa 10 bin kişi de okusa, benim asıl derdim ulaşabildiğim herkesin kulağına satırlarla fısıldamak; Vazgeçmeyin ve direnin.

Eklemek istediğiniz bir şey/ler var mı? Varsa buyurun.

Yok hem yoruldum, hem de işe geç kaldım. Söyleşi için sağ ol, hem sorular güzeldi, hem de seninle sohbet keyifliydi. Herkese selamlar.

edebiyathaber.net (22 Haziran 2024)

Yorum yapın