Babamın çocukluğu Muzaffer İzgü kitaplarıyla geçmiş. Benim de ilkokul sıralarında en çok ve severek okuduğum yazar İzgü’ydü. Bir gün çocuk sahibi olursam, ben de ona Muzaffer İzgü kitapları alacağım. İşte bugünkü röportajım böyle bir yazarla; nesillerdir okunan bir yazarla.
Muzaffer İzgü’nün sokağına adım atar atmaz evini tanıyabilirsiniz. Çünkü pencereleri rüzgârgülleri ve çiçeklerle süslü tek ev onunki. Heyecan içinde çaldım kapısını. Oyuncaklar, trompetler ve balonlarla süslü bir odaya buyur etti bizi. Masalcı dedeyle anılar, hayaller ve elbette edebiyat sohbetiyle dolu saatlerin nasıl geçtiğini anlamadık. İşte o saatlerden kâğıda dökülenler.
Sık sık anlattığınız bir anınız var. Çocukluğunuzda yağmurlu bir günde gittiğiniz Halkevi Kütüphanesi için, “Orası benim hayatımı değiştirdi,” demişsiniz. Öncelikle biraz bundan söz edelim mi?
Evet, kesinlikle öyle. Büyüdüğüm ev öyle bir evdi ki, şubatta odunumuz kömürümüz biterdi. Geceleri hadi yine kolay, yatağa girip yatıyoruz. Nedim adında bir arkadaşım vardı, yağmurlu günlerde onun evine giderdim ben. Oturur dersimizi yapardık, konuşurduk. Bir gün Nedim, “Bugün ablamın nişanı var Muzaffer, seni bize götüremeyeceğim. Sana bir yer söyleyeceğim, oraya git. Orada nar gibi kocaman bir soba yanıyor,” dedi.
Arkadaşımın önerdiği yer Adana Halkevi Kütüphanesi’ymiş. Hiç unutmuyorum, oranın kapısından içeri sırılsıklam girdim. Müdürü Zihni amca geldi, ceketimi çıkardı, sandalyeye geçirdi, onu da sobanın önüne koydu. “Yavrum, bu burada ısınsın, sen de ne istersen yap,” dedi. Orada oturdum, ısındım, dersimi yaptım. Sonra baktım, çocuklar oradan kitap alıyorlar. Oradakine sordum, “Parayla mı,” diye. “Yok, ödünç veriyorlar,” dedi. Çoğu yazar ilk okuduğu kitabı hatırlamaz. Benimki Define Adası’ydı. O güne kadar kitap nedir bildiğim yok benim. İkinci sınıftayım o zaman, sekiz yaşındayım. İnanır mısınız, o günden sonra benim yuvam oldu orası.
İkinci sınıfla beşinci sınıf arasında en az 350-400 kitap okudum ben orada. Sonunda okuyacak kitap bitti. 1942 yılında Milli Eğitim Bakanlığı klasiklerin tercümesine başlamıştı, onları okudum. Hepsini daha sonradan tekrar okudum tabii. Hiçbirini anlamamışım o zaman.
O kütüphanede okuduğunuz kitaplardan sizi en çok etkileyenler, en sevdikleriniz hangileri olmuştu?
Beni en çok etkileyen Jules Verne olmuştu. O günlerde çocuklar için yazan Türk yazar pek yoktu. Birkaç dergi vardı. Onlardan da aklımda kalan pek bir şey olmadı. Ömer Seyfettin şimdiki gibi sadeleştirilmemişti. Okuyabileceğimiz Türk yazar yoktu diyebilirim. Hep yabancıların tercümelerini okuduk. Zaten bir Türk yazarın kitabı varsa elden ele dolaşırdı. O zamanlar kapaklar kötü, baskılar kötü, bir çocuğa göre değil. Ama biz sevdalı gibi okurduk, sevdalıydık da. Okumak düş kurduruyordu. Yoksul evinde o düşler öyle güzeldi ki! Ben çıkar giderdim o evden düşlerin ardı sıra. Evde otururken o düşleri görürdüm, yatarken o düşleri görürdüm. Dalar giderdim hep, annem arada dürterdi beni. İşte bu yüzden yazarlık doğuştan diyorum ben.
Yazmaya nasıl karar verdiniz?
Yazmaya dördüncü sınıfta karar verdim. Yusuf Gülen adlı bir öğretmenim vardı. İlk üç sınıfı başka başka öğretmenler okuttu. O öğretmenlerim beni hiç anlamamış. İkinci sınıftan beri yazıyordum ben hâlbuki. Öğretmenlerime gösteriyordum. Ama Yusuf Gülen benim yazılarımın elinden tuttu. Onları okudu, değerlendirdi. “Daha iyisini yazabilirsin Muzaffer,” dedi.
Yusuf Gülen öğretmen geldiğinde bize bir kompozisyon yazdırdı. “Yaprak” adlı yazıyı yazdım ben de. Öğretmenim bir sevdi bu yazıyı, sınıfta okuttu, alkışlattı. Yazımı duvar gazetesine koydu. Öğretmenden izin aldım, sınıfa girmedim. Orada duruyorum, duvar gazetesine bakıyorum, altındaki imza “Muzaffer İzgü”. Önce müdür odasına gittim, müdürü aşağı indirdim. Sonra öğretmenler odasına gittim, öğretmenleri de çağırdım. “Bakın bunu ben yazdım,” dedim.
En son eve gittim. Babacım da Adana sokaklarında ıspanak satıyor; seyyar arabasının üzerinde ıspanak yaprakları. “Baba benim gazete de yazım çıktı,” dedim. “Hangi gazete oğlum,” diye sordu. “Duvar gazetesi baba,” dedim. Babam durdu, anladı. Koşa koşa okula gittik. Babacım yazıyı okudu, güldü. Böyle bir buğuluyuz babamla. Sağ gözünde de iki damla yaş, hiç unutmuyorum, “Sen yazar mı olacaksın Muzaffer,” dedi. Ben orda babama, “Evet,” dedim. Sonra da babama verdiğim sözü tuttum; yazar oldum.
Öğretmenlikte nasıl karar kıldınız? Öğretmen olmayı istemenizde Yusuf Gülen öğretmenin de payı var mıdır acaba?
Çok yoksulduk biz. Babam ilk gecekonduyu yapanlardandır. Başkasının arsasına yapmış evimizi, yıktılar tabii. Sonra biz başka bir mahalleye taşındık. Çamurlar içinde, çok yoksul, kokan bir mahalle. “Ben bu hayatı yaşamak istemiyorum,” dedim kendi kendime. Yaşamımı değiştireceğim, kendimi değiştireceğim. “Ne olabilirsin Muzaffer,” dedim. “Öğretmen olabilirim,” diye düşündüm kendi kendime. Yusuf Gülen’in etkisidir bu. “Ben öğretmen olacağım, çocuklarla ilgileneceğim; belki de okuttuğum, yetiştirdiğim çocukların içinden bir yazar çıkaracağım,” dedim. Çocukları çok seviyorum ben. Öğretmenliğim hiçbir zaman okulla sınırlı kalmadı, hayatım oldu. Çocuklara ve gençlere tutku derecesinde sevgi ve saygım var.
147 kitabınız yayımlamış bugüne kadar. Bir ömürde bu kadar kitap kaleme almak hiç kolay değilken, siz yenilerini de yazmaya devam ediyorsunuz. Muzaffer İzgü nasıl yaşar ki bu kadar üretken bir yazardır?
“Muzaffer İzgü dünyaya geldi, okudu, düşler kurdu ve gitti,” diyecekler arkamdan. Hiçbir özel yaşantım olmadı benim. Avrupa’da pek çok yere gittik eşimle, pek çok yer gezdik. Ama hep bir görev vardı. Hollanda’ya gidiyorum diyelim ki, oranın Kültür Bakanı çağırmış, onlara Nasreddin Hoca’yı anlatacağım. Başka bir yere gidiyorum, orada Türk gülmecesini anlatacağım. Yoksa eşimi yanıma alıp da, “Yahu hanımcığım, gel seninle on beş günlüğüne Moskova’ya yahut Berlin’e gidelim,” dediğim hiç olmadı. “Şikâyetçi misin,” derseniz, hayır, hiç şikâyetçi değilim. Öyle mutluyum ki. Öyle rahat öleceğim ki, başımı yastığa koyup öylece gideceğim.
Muzaffer İzgü, çocuk ve gençlik edebiyatının genç yazarlarından kimleri okur, kimleri izler? “O günlerde okuyabileceğimiz Türk yazar yoktu,” dediniz. Bugün yazılanları nasıl buluyorsunuz?
Hepsini okuyorum, hepsini izliyorum. Ad vermeyeyim, ama birkaç yıl önceydi, bir mektup aldım. Şöyle diyordu mektupta: “Ben emekli oldum. Çocuk kitabı yazacağım. Ne olur bana çocuk kitabı nasıl yazılır, madde madde anlatın.” Ben de hemen bir mektup yazdım: “Sen emekliliğin tadını çıkar kardeşim, otur keyfine bak, uğraşma hiç,” dedim ona. Bir buçuk yıl sonra bu adamın kitabını vitrinlerde gördüm.
Okunamayacak kadar kötü, sırtını edebiyata yaslamamış, dili Türkçe olmayan kitaplar, çocuk kitabı adı altında satılıyor ve ne yazık ki çocukların eline veriliyor. Biz bunları kitap diye çocuğun eline veriyoruz. Bunun cinayetten farkı yok. Bu çocuğa bir yere kadar kitap okutursun, sonra kitaptan nefret eder.
Siz nesillerdir okunan bir yazarsınız. Kâh öğretmenlik vesilesiyle kâh yazar olarak çocuklarla bir aradasınız yıllardır. Bu nesiller boyunca çocuk okur nasıl değişti sizce?
Bir gün Ankara’da bir söyleşiye gittim. Orada anneanne, anne, çocuk; üç okurum ile karşılaştım. Anneannene okumuş, anne okumuş kitaplarımı, çocuk üçüncü sınıfta, o da okuyor. Konuştukça fark ettim, dilleri de aynı, konuştukları şeyler de aynı.
Ama son kuşağın hayatında internet var şimdi. Onlar nasıl olacak bilemiyorum. “Acaba duyguyu mu yok ediyor,” diyorum. Okulda hep bilgi verilir insana. Sen hiç, “Dört kere dört on altı eder,” dedikten sonra duygulanan çocuk gördün mü? “Seyhan, Ceyhan, Akdeniz’e akar,” dedikten sonra duygulanır mısın? Duyguyu edebiyat yaratır, müzik yaratır, yani güzel sanatlar yaratır. Bunu da çocuğa ne verir? Çocuk her an bir resim sergisine gidemez, her an bir tiyatro oyununa gidemez. Ama her an yanında bir kitap bulundurabilir, açar okur. Onunla duygulanır, onunla etkilenir.
Şunun altını çizerek söylüyorum: Beş kitap okuyan çocuk şiddete bulaşmaz. İnternet kuşağı geliyor şimdi. Bütün kuşkum şu; internette vakit harcayan, o şiddet oyunlarını oynayan bu çocuklar o beş kitabı okuyacaklar mı?
Biz de İyi Kitap vesilesiyle çocukları iyi kitaplarla buluşturma derdindeyiz. Siz İyi Kitap’ı nasıl buluyorsunuz?
Evet, derginizi okuyorum. Çok beğeniyorum ve takdir ediyorum. İyiyle kötüyü birbirinden ayırmak için, iyi kitapla kötü kitabı birbirinden ayırmak için, böyle yayınlara ihtiyaç var. Dopdolu ve keyifli bir dergi olmuş. Hepinizin, emek veren herkesin ellerine sağlık.
İyi kitapla kötü kitabı birbirinden ayırmaktan söz ettiniz. Sizin için “iyi kitap” nedir?
Bir kez dili iyi olmalı. Dil benim için çok önemli. Ben bir gülmece yapıtıyla Türk Dil Kurumu ödülü aldım. O güne kadar gülmeceyi edebiyattan sayıyorlar mıydı, bilmiyorum. Ama o gün saydılar. Her şeyden önce dil önemli benim için. Öz Türkçe meselesinden söz etmiyorum bakın. Ama o dili iyi kullanmak, o dilin kıvraklığına sahip çıkmak, her şeyi yerli yerinde kullanabilmek çok önemli.
Sonra sırtını edebiyata yaslamak. Ne yazık ki gençlik romanlarımızın çoğunda bu yok. Gençlik romanlarımızın çoğu bugün iyi değil kötü kitap. Çocuklarımıza, gençlerimize edebiyat vermeliyiz ki, onlar da düş kursunlar biraz, hayal etsinler.
*”İyi Kitap”, Nisan 2011 sayısında yayımlanmıştır.