Nâzım Hikmet üzerine ilk okuduğum biyografi-anı kitabı Vâlâ Nureddin’in “Bu Dünyadan Nâzım Geçti”sidir.
O yeşil kaplı kitap hâlâ kitaplığımdaki Nâzım Hikmet bölümünün ilk sırasında yer alır. Bir roman gibi kendini okutan bu kitabı başucumda tutma nedenim bana Nâzım Hikmet’in macerasını yalın biçimde anlatmasıdır.
Evet, “macera” diyorum; 20. yüzyılın belki de en maceralı hayatını yaşayan bir şairdir.
Şiirini yaşamıyla bu denli özdeş kılan bir başka şair yok gibi. Üstüne üstlük bir başına ekol olabilmiş, yenilikler getirebilmiş, çağının tanıklığında zamanın ruhunu bu denli etkileyici biçimde şiirine ağdırabilmiş biri…
Üzerine yazılan birçok kitabı okuyunca nelerin eksik olduğunu bana anlatan gene o “büyük hayat”ının akışıydı.
Görülemeyen, bilinemeyen, sezilemeyen akış…
Çıkılan ortam, yaşadığı aile çevresi, orada yaşadığı iniş çıkışlar…Ve o genç adamın daha 20’li yaşlarında alıp başını Anadolu’ya gitmesi, Milli Mücadele’ye bir ucundan katılma arzusu.
O arzu ki, onu alıp ta Batum’a, oradan Moskova’ya kadar götürecektir.
“İyi insan” olmak onun yaşam felsefesini, şiirinin hümanizmasını oluşturur. Gençliğinin uyanış düşüncesi onu Anadolu’ya taşır (1921), asıl orada görüp tanık olduklarıyla hayata dair bakışı değişir.
Bu süreçte iki kez (ilki 1923, ikincisi 1925) Rusya’ya gitmesi, dönüşünde ise (1928) Hopa’daki ilk cezaevi deneyimi onun şiirinin de oluşumu hazırlar.
Ve artık İstanbul’dadır, “Resimli Ay” dergisinde çalışmaktadır. TKP’den dışlanması da bu sürece denk gelir. İlk beş kitabını ardı ardına yayımlar: 835 Satır (1929), Jokond ile SiYa-U (1929), Varan 3 (1930), 1+1=1 (1930), Sesini Kaybeden Şehir (1931). Gazetelerde “Orhan Selim” takma adıyla fıkra yazarlığına başlar, İpek Film Stüdyosu’nda da çalışmaktadır.
Piraye’yle tanışma, evliliğe varacak bir yakınlık…Basında polemiklerin, hakkında açılan davaların yoğunluğu… Öyle bir noktaya gelir ki; İkinci Paylaşım Savaşı’nın getirdiği faşizan baskı ülkeye de yansımıştır. Nâzım Hikmet, bir ân kendini bu çöken karanlığın ortasında bulur. Bir tür “kurban” seçilir, 15 yıla hüküm giyer, ardından da ikinci bir davayla buna 13 yıl dört daha eklenir.
Böylece Çankırı’da başlayan yeni mahpusluk dönemi Bursa’ya uzanır.
Bu denli kısaca özetlenebilecek bir hayat değildir onunkisi. Gene de dönemlere ayırarak, kronolojik biçimde bu yoğun yaşamı anlatan birkaç biyografik yapıt var ki; kayda değer nitelikler içeriyor. Bunlardan ilki kuşkusuz en son yazılanı, Memet Fuat’ın “Nâzım Hikmet” (2000) kitabı. Bu biyografiyi önemseten birkaç özellik var. İlki Memet Fuat’ın Piraye hanımın oğlu olması. Nâzım Hikmet’in bir dönemine tanıklık etmesidir. Ona dair birçok bilgi/belgenin elinde olması, ve şairi tanımasıdır. Bunlar onu yaşamına yakın kıldığı gibi tanıklıkları da içerir. Ayrıca Memet Fuat’ın eleştirmen kimliği şiirine bakışını/yorumunu da getirmektedir.
Memet Fuat iyimserdir, denge insanıdır. Eleştirelliği bir yana bırakarak gerçekçi olmayı önceler. Yansızlığı elden bırakmaz. Bence onun getiridği biyografik tanıklık daha iyi biyografilerin yazılmasına kapı aralıyor. Tıpkı Vâlâ Nureddin’in yaptığı gibi.
Oysa bakıyorum; Ekber Babayev,Türkkaya Ataöv, Aydın Aydemir, Zühtü Bayar, Kerim Sadi, Kemal Sülker, İbrahim Balaban, Zekeriya Sertel, Rady Fish, Orhan Kemal, A.Kadir, Abidin Nesimi, Nedim Gürsel, Afşar Timuçin, Aziz Nesin, Fahri Erdinç’in ilk aşamada yazdıklarına her biri o “büyük hayat”ın birçok yanını aydınlatmaya dönük birikimi getiriyor. Ve bunu tümleyecek birçok yeni çalışma…Nâzım Hikmet vari bir şairin hayatını karşılayan araştırma, inceleme, anıların yanı sıra eminim ki biyografik romanlar da çıkıp gelecektir bir zaman sonra. Gene onun hayatından kesitler alınarak yazılacak romanlar… Bir zaman, bir çağa, ülkenin ve dünyanın gerçekliğini aydınlatacak çalışmalar…
Nâzım Hikmet öylesi bir hayatı yaşadı. Yazdıklarının bugün bize taşınan anlamı biraz da bu hayatın adanmışlığındandır. Onun şiir evreni hayatının tanıklığını içerir.
“Memleketimden İnsan Manzaraları”nı okuduğunuzda bir tek bu yapıtı yazıp bırakmış olsaydı bile Nâzım Hikmet’in var edebilen bir başyapıt olarak karşılamak abartılı sayılmamalı.
Onun şiiri adanmışlığın şiiridir; bir dilin zenginliği, bir ülkenin yakın tarihinin tanıklığıdır üstelik.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (6 Şubat 2018)