Ahmet Yıldız, Üçlü Kavşak (1988) öykü kitabıyla okur karşısına çıktı. O gün bugündür edebiyatın içinde, hiç kopmadan sürdürdü bu yolculuğunu.
Yayıncılık yaptı, “Edebiyat ve Eleştiri” dergisini çıkardı uzunca süre. Edebiyata hep hayatın içinden baktı. Yazdıklarında tarihsel olanın tanıklığına öncelik verdi. Oradan süzülüp gelen bir toplumsalcı bakış, siyasal bilinç, estetik duyum onun için hep besleyici oldu.
Dördüncü öykü kitabı Nizamülmülk’ün Öldürülüşü’nü okurken, daha ilk iki öyküsünde karşıma çıkan tarihselci bakış dikkat çekiciydi. “Papa Urbanus’un Haçlı Savaşlarına Çağrı Konuşmasında Duyduğu Endişe” öyküsüne vardığımda ise, onun, Doğu anlatıcılarına özgü söylem, yaşanan zamanın ruhuna dönük tanıklık göndermeleri sarmalayıcı gelmişti bana. Yıldız, burada, öyküsüne/anlatıcılığına yepyeni bir kapı araladığını gösteriyordu. Çünkü, tarihe yüzünü dönerek, tarihseli konu edinip oradan izleksel öykülemeler çıkararak günümüze bir bilinç ışığı taşıyordu aslında.
Bilinçlilik Tutumu
Yazarın/anlatıcının bilinçlilik tutumu, yeryüzü algısı, zamanını okuma bilincini de verir ona. Eğer yazar bundan yoksunsa neyi/niçin yazdığının farkında olamaz.
Yıldız, işte, o farkında olma durumunu önceler. Öyle ki; tarihsele salt “tarihî” olduğu için bakıp onu günün/zamanın istemlerine göre anlatısına yaftalamaz.
Tarihseli bugünle buluşturarak okurda bir algı kapısı aralar. Aslında zor olanı gerçekleştirir, Yıldız.
Marguerite Yourcenar’ın Doğu Öyküleri’ni hatırlayalım; Batılı bir gözün/anlatıcının Doğu’ya dair (mitler, efsanelerle, tarihsel gerçekliklerle örülü izlekler kurarak) anlattığı öykülerde mitolojik esinler vardı çoğunlukla. Ama yerdeş bir buluşturma, aidiyet düşü/düşüncesi gibi bir kaygısı olmadığından, Yourcenar salt insani olanı öncelemişti. Zaman zaman da tarih onda bir düşünce uçlanımı, ve bir ölçüde de anlatıcı fantezi olarak esindi.
Oysa Yıldız, tarihsel arka planda olup bitenleri insanlık durumlarıyla buluşturarak kuruyor öyküsünü. Oradan seçip aldığı insanlık trajedilerinde güç, iktidar, din savaşımı; ölüme karşı hayatı savunma biçimi, yenilgi ve arzu, tükeniş ve diriliş, Doğu’daki Batı-Batı’daki Doğu imgesi, yağma ve yıkım arzusu, din savaşımının uçlandığı yerler, öfke ve öçteki yıkım düşü, din sömürüsü ve talan, toprak kavgası ve savaş…Onun tarihe dönüş/tarihseli anlatışında ortaya çıkardığı bu izlekler insanlık tarihinin süreduran öyküsünde hep var.
Tarihsele bakış
Tarihte olup biteni göstermek değildir amacı elbette. Yeniden yaratım…Ama ne adına? Yıldız, tarihi, bir anlatı fantezisi/izlek çeşnisi olarak almaz. Yeniden kurmak/kurgularken seçtiği izlek/kişi/dönem/olay/durum ekseninde bir bilinç duyarlığı yaratmak çabasındadır. Göndermeleri bugünedir hep. Ama olagelenleri bilmeden/anlamadan bugünü kavramak yarını kurmak çok mümkün değil demektedir bu yaklaşımıyla.
Doğrudur da.
Bir anlatıcı/yaratıcı için tarih bilinci olmazsa olmazdır. Bu yalnızca tarihten/tarihsel olandan söz etmek adına değildir. Yazar bilincini/bakışını bununla kuşandırmalıdır.
Yıldız, asla oryantalistçe bakmaz. Derinlikli bir kavrayışı vardır. Yazdığının öykü, anlattığının insan/yaşam gerçekliği olduğunun bilincindedir.
Bize şunu gösterir: bir yazar ne için/neden yazar; ne adına /niçin konuşur.
Sanırım Canetti’nin şu sözünü çağrıştırması da yerindedir:
“İçinde yaşadığımız dünyanın durumunu göremeyenin o dünya üzerine yazacak hemen hiçbir şeyi yoktur.”
Doğu anlatı geleneği
Onun yüzünü Doğu’ya dönmesi okurda bir bilinç ışığı yarattığı gibi, tarihsele bakışta karşımıza nelerin çıkabileceğini göstermedeki başarısı ile de dikkate değerdir. Anlatılarının her birinde öne çıkardığı izleklerin gerçeklik boyutu insanlığın tarihindeki dramatik olaylarla biçimlenegelenleri de gösterir bize. Din ve toprak savaşları, yağma, güç ve iktidar tutkusunun yıkıcılığı, talan ve yıkım…
Yıldız’ın, gerçeği yeniden kurarken, bugüne taşıyıp gösterdikleri bir yanıyla hatırlatma, diğer yanıyla da anlatı sanatının tarihselden nasıl/ne yönde yararlanabileceğini düşündürmeye yönelik olması da öykülerin bir başka önemli boyutudur.
Ahmet Yıldız, bizi, burada bir bellek yolculuğuna çıkarırken öykülemenin/kurmacanın buluştuğu yerde yeniden yaratımın dilini özenle kurar. Tarihseli anlatma biçemi ele aldığı konu/zaman/dönem eksenindeki olaylar/kişiler/izleklerle öylesine bütünlük oluşturur ki; yarattığı atmosferde okur kendini yeni bilinç kapılarından geçmeye hazırlar adeta. Bunu da onun gerçeklik duygusundan kopmayan anlatıcı yanına vermek gerekir. Öykülemeye değer bulduğu konu/izlek bütünlüğünde öne çıkan ölüm duygusu insanlığın yeryüzündeki bütün savaşlarının gelip bağıntılandığı yerdir. Bunun üzerine geliştirdiği söylem ise öykülerinin neredeyse ortak noktasıdır. Ama daha da öne çıkan bir şey var ki; Yıldız, bize, öyküde tarihsele dönüp bir anlatıyı niçin/neden kurmamız gerektiğini de bir kez daha hatırlatır. Öyküden uzaklaştırılan bu esin birikimine bizi döndürerek anlatının aidiyetine dönük önemli işaretler koyar önümüze.
Bir yazarın kendi olmak yolcuğunda kendini tanımak kadar aidiyetini bilmenin de ne denli önemli olduğunu hatırlatır. Üstelik yerellikten ulusallığa, oradan da evrenselliğe ulaşmanın kaçınılmazlığı düşüncesine kapı aralar, Ahmet Yıldız.
Nizamülmülk’ün Öldürülüşü , okurunu, iki katmanlı bir okumaya çağırıyor: İlki tarihin/tarihsel olanın kapılarından geçerek öykünün nasıl kurulabileceğini görme okuması, diğeri de öykülemede izlek çeşitliğini kavrama okuması…Anlatıcının buralardan yola çıkarak okur/un/da yeni bilinç ışığı yaratma çabasına da dikkatinizi çekmek isterim.
Hayatı ve tarihsel toplumsal zamanı okuma biçiminin öyküde buluşup yeniden yaratıma dönüşmesi bu geleneğin ne denli göz ardı edildiğini de hatırlattı bana. Sanırım Ahmet Yıldız, bu damarı yeniden canlandıran bir anlatıcı olarak okurunda bir beklenti oluşturacaktır.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (25 Mart 2014)