Öykü: Çamaşır askısı | Zeynep Bayraktaroğlu

Haziran 22, 2024

Öykü: Çamaşır askısı | Zeynep Bayraktaroğlu

Çamaşırlar yine ağarmamış. Ön yıkamaydı, leke çıkarıcıydı, suda bekletmeydi. Denemiştim hâlbuki. Perdeler de öyle. Ayda bir perde mi yıkanır? Kapkara. Masa örtüleri salçalı.  Atletler sarı. Gömleklerin yakası gri, yağlı. Sırtımızdan akıtıyoruz içimizdeki kini, kıyafetlerden de gitmiyor bu lekeler. Geçmişi temizlemek için kaç suya basmak gerekir?

Sıcak hava. Çamaşırlar, akşama kalmadan kurur. Mandalları aynı sırada takıyorum. Peş peşe ve aynı renkte. Bulaşık makinesine çatalları ve kaşıkları da ayrı ayrı koyuyorum. Çoraplar, kazaklar, külotlar… Hepsi ve her şey. Renklerine, boylarına göre. Yok öyle taşkınlık. Bir kere yüz vermeye gelmez. Dolabın bir gözünden sarkan kazak koluna tahammülüm yok.

Her yeri ovalıyorum. Genzim şimdiden yanmaya başladı çamaşır suyundan. Çaydanlıklarda parıltıyı göremedim henüz. Bardaklardan gacır gucur ses gelmeden rafta yerini almaz. Şu kül tablası da hiç temiz kalmıyor. Temizken bile ellesem midem kalkıyor. Zira hoyratın elleri, dudakları, ciğerleri, dertleri söndürülmüş içinde.

Günün bu saatinde kahve yaparım. Evin içinde gezinen çamaşır suyu kokusu yerini kahveye bırakır. Evlerden gelen sesler artıyor. Yaşam değirmeni insan öğütmeye başlıyor. Okul dönüşündeki çocuk kahkahaları, pazara giden tekerlekler, sütçülerin inatla kornaya basarak sokağa girmeleri, çalınan ziller, açılan kapılar…  Bu çarkın içine girmeyen bir karşı komşum, Nebile. Kadınlığın tüm zarafeti onda saklanmış.  Giyimi, oturuşu, kahkahası. Ojeli tırnakların sigarayı tutuşu, saçların hep aynı yanda krepeli duruşu, ayaklarda parlak, tüylşü terlikler.

O da çıktı balkona. Elinde fincanı. Parmaklarında sigara. Gözleri kıpkırmızı. Oturuyor sandalyesine. Bana doğru baksa bir selam vereceğim. Hali hatırı ortada ama soracağım yine de. İlkten çakmakla yakamadı sigarasını. Fırlatıverdi yere. Ağlamaya başladı. İçeri girip kibrit aldı bu sefer. Bir kere de çaktı ateşi. Sigarası aralıyor birbirini kemiren iki dudağını. Nebile’yi hiç bu kadar üzgün görmemiştim.

 Kopyalanmış günlerin bunaltısı içime çökünce duvarda bir oyuk ararım. Kahkahası bol, çiçekli evlere geçiş için. Nebile’nin evine giden bir köprü olsaydı mesela. Hayatı, omzundan düşen sutyen askısı: Hem dağınık hem çekici. Aynı zamanda mesafeli. Nebile’nin teninden gül damlıyor. Kokusu tüm sokaktan duyulur.  Terliğinin sesi, aramızdaki sokağı aşarak eve dolar. Aceleci, kızgın ama çokça dans eder gibi.

Çok denedim Nebile gibi olmayı. Tuvaleti yıkamadan, tezgâhı ovmadan, çamaşırları asmadan uyumayı. Kimseler yokken evin içinde dantelli geceliklerle dolaştım. Süslü topuklu terliklerle yürüdüm. Ayağım burkuldu. Olmadık şeylere kahkaha attım, boğuk bir ses çıktı anca. Perdenin arkasından izledim, o balkona her çıktığında. Sigarayı parmak uçlarında tutuşunu, kahveyi yudumlayışını, dudaklarından taşan ruju silişini… Zaman zaman gözlerinden akan yaşları hepsini izledim. Nebile’ye hem yakın hem uzaktım. İki çift laftan öteye hiç geçmedi konuşmalarımız. Adımı biliyor mu, emin değilim.

Nebile ne kadar renkliyse ben o kadar griydim. Evlendiğim ilk zamanlardı. Eve saat almıştım. Filin sırtındaydı saat. Ufacıktı. Zamanın onca yükünü fil omuzlayıvermişti. Uyanacağım saati kurardım. Yemeğin altını kapatmak için saate bakardım. Çocukların geliş gidişlerini hesap ederdim. Hoyrat kocanın ağzının ve gözlerinin ne zaman kapandığına bakardım. Sanki saate baktıkça zaman çabuk geçecekti. Öyle olmadı. Saatin akrebi de yelkovanı da ben oldum. Saat kaçtı, mühim değildi. İçimden geçen zaman doğruyu söylüyor. Halbuki Nebile hep saate bakar. Kolunda taşır zamanı. Hizmetkarı gibiydi. Sadece ona çalışıyor. Güzelliği, gençliği hiç zedelenmiyor.

Gençliğimi asırlar öncesinde bıraktım. Hoyrat kocamdı çocukluğumu elimden alan. Annem onun izlerini silmek için derimi soyarcasına sıcak suyla yıkadı. Bana öyle gelmişti ki gençliğimin derisi bahçedeki çamaşır askısında yıllarca kaldı. Kurumadı da. Hep orada, rüzgârda sallanıyor. Hoyrat da buruşuk bir tenle evlenmek zorunda kalmış. O evlendi. Ben eve hapsoldum. İlk zamanlar yemek hazırlamak ve intihar etmek arasında kalıyordum. İntiharı arzulayan bir hayatı yaşadım. Her şeyi temizlemeye başladım. Hoyratın izleri başka nasıl silinebilirdi. Nebile’yi görünce içimde serin rüzgarlar eserdi. Çünkü, intihara lekeli hayatın aksine tertemiz yaşanan bir hayattı onunki.

Bugün fazla durgun Nebile. Sigaralar peş peşe yanıyor. Elleri saçları arasında dolanıyor. Gözlerini ovalıyor. Yemeği yaptım, çamaşırları topladım. İkinci makineyi başlattım. Ev insanlarla doldu. Herkes odasında, koltuğunda. Nebile hala balkonda. Efkârlı. Dağılmıyor belli ki. Günün son çamaşırlarını asarken konuşup konuşmamakta kararsızdım. Tek tek astım çorapları. Ayrı ayrı. Nebile’yle göz göze geliriz ümidiyle oyalandım. Dudaklarım titredi. Sesim içimde kayboldu. Ne konuşacaktım, hem. İçeri girdim. Kapıyı kilitleyip, perdeyi örttüm.

Sabahın ilk ışıklarında geceden astığım çamaşırları toplamaya balkona çıkıyorum. Karşımda Nebile’nin ipte salınan vücudu.  Beyaz dantelli geceliği üzerinde. Ben geceden çamaşır asmıştım, Nebile kendini asmış. Yarım kalan su bardağı, izmaritle dolu kül tablası. Pırıl pırıl, tertemizdi yüzü.

edebiyathaber.net (22 Haziran 2024)

Yorum yapın