Simone Weil enteresan bulduğum düşünürlerden, yaşam tarzı, kategorize edilmezliği, her konuya eleştirel yaklaşımı, bir ideolojinin sınırlarında değerlendirilememesi ve mistik yanıyla üzerine konuşmaya ve tartışmaya değer bir isim. Albert Camus onun için “zamanımızın tek büyük ruhu”[1] demiş, yaşadığı dönemde olmasa da sonrasında metinlerinin epey ilgi gördüğü biliniyor. Benim için Weil’i hakkında düşünmeye değer kılan bir yan daha var ki o da bedenini bir şekilde direniş alanına dönüştürmüş olması, bu ölümünü de tartışmalı hâle getirmiş. Weil Nazi işgali altındaki Fransa halkının kısıtlı yemek karneleri nedeniyle açlık çektiğini düşünerek beslenmeyi bırakıyor ve bu onun yaşamının da sonunu getiriyor. O, esasen bir şekilde dünyada acı çeken herkes için bir şeyler yapma çabasında olan bir düşünür mesela, daha çocukken Birinci Dünya Savaşı’nda askerlerin yeterli yiyeceği olmadığını öğrenip çikolata yemeyi bırakıyor, maaşlarını işsizlere bırakıyor, işçilerin evlerini ısıtmaya güçlerini yetmediğini düşünerek evini ısıtmayı reddediyor.[2]
Weil bir şekilde düşüncesini kendi imtiyazlarından ve en doğal ihtiyaçlarından vaz geçerek eyleme geçiriyor. Bunun yolu olarak da bir örgütlü yapıyı, topluluğu değil kendisini ortaya koyuyor ve ondan cayıyor. Onun düşüncesindeki ben’i yok etmek ile de ilişkileniyor bu ve bence aynı zamanda insanda inşa edilmiş “kişi”yi yok etmek anlamına geliyor. Geçtiğimiz günlerde, Vakıfbank Kültür Yayınları tarafından, Murat Erşen çevirisi ile basılan, “Kişi ve Kutsal” adlı metninde de bunun izlerini görebiliyoruz. Weil kitapta, İnsan Hakları Beyannamesi geleneğindeki “hak” kavramını merkeze alarak geliştirdiği eleştirisinde, kişiyi kutsaldan tamamen ayırırken, her insanda kutsal olanın yaşanan onca şeye rağmen karşıdan beklenen iyilik olduğunun altını çiziyor. Tüm bu tartışmayı yürütürken de hak, hukuk, adalet gibi günümüzde de çokça tartıştığımız kavramları derinleştiriyor. Hakların bir talep tonuyla savunulmasının altında yatan eşitsizliği deşifre ediyor. Weil’in metninde tek tek üzerinde durduğumuzda çok şey çıkarabileceğimiz, aynı zamanda eleştirebileceğimiz kavramlar da var. Ancak bu yazıda kitabın ekseninde kişi, kutsal ve hak kavramları üzerinde durmaya çalışacağım ve özellikle kişi’nin reddi onun felsefesi bağlamında değerlendirilebilir mi sorusu üzerine düşüneceğim.
Weil’in eleştirisi kitabın hemen başında “kişiselcilik” veya “personalizm” olarak bilinen akıma yöneliyor. Ona göre: “Beni ilgilendirmiyorsunuz” ile “kişiliğiniz beni ilgilendirmiyor” arasında fark var. Birincisi gaddarlık ve adaleti yaralama içerirken diğer daha çok dost muhabbetlerinde söylenebilecek bir şey. Ayrıca Weil, birisi “Benim kişiliğim önemli değil” diyebilir ama “ben önemli değilim” diyemez diyor. Burada sözü edilen, “kişiliğin” önemsizliği, onun insana atfedilen olmasından ve inşa edilerek insana eklenmesinden kaynaklanıyor bence, onun insan olmasından bağımsız bir atıf bu. Oysa konu “ben” olunca önemsiz olamıyor çünkü buradaki “ben” onun insan olarak, kendisi olarak varlığını işaret ediyor ve direkt olarak bedenini ve ona yönelik olanı hatırlatıyor. Weil’e göre: “Kişiselcilik diye bilinen modern düşünce akımının söz dağarcığının hatalı olduğunun bir kanıtı bu. Ve söz dağarcığında ciddi bir hatanın bulunduğu bu alanda, ciddi bir düşünce hatasının olmaması da çok zor.” Çünkü “Her insanda kutsal bir şey vardır. Ama bu onun kişiliği değildir. İnsani kişilik de değildir. Kutsal olan çok basitçe kendisidir, o insandır.” Yani yukarıda bahsettiğimiz “ben önemli değilim”de bulunan ben’dir burada kutsal olan ve onun kişiliğinden bağımsızdır. Buna bir bakıma, kendisine yüklenmiş, verili olandan, yani ona değer biçen kimliklerden arınmış bir insan tahayyülü denilebilir belki. “İşte sokaktan geçen biri; uzun kolları, mavi gözleri, bihaber olduğum ama belki de basmakalıp düşüncelerin geçtiği bir zihni var. Onda benim için kutsal olan ne kişiliği ne de insani kişilik. Kutsal olan kendisidir” derken düşünürün kast ettiği de böyle bir şey sanırım.
“Dünyaya 1789’da tanıtılan hak (droit) kavramı, özündeki yetersizlikten dolayı, ona atfedilen işlevi yerine getirmekten acizdi” diyor Weil çünkü ona göre: “İnsani kişilik haklarından bahsederken yetersiz iki kavramı bir araya getirmek bizi pek uzağa götürmez.” Buradaki hak kavramının yetersiz olmasının sebebi bir şekilde birinin diğerine verdiği bir şeyi hatırlatması belki de. Bu da güç ilişkisini çağrıştırıyor. Aynı zamanda kişi olarak kurulmuş, yani belli sıfatlar atfedilmiş insan için hak talep edilirken, belki de yukarıda işaret ettiğimiz gibi Weil’in tüm verili olandan arınmış ve sadece insan olduğu için zaten var olması gereken olarak düşündüğü hakkın, bir talep edilene dönüşmesi asıl sorun olarak görülüyor. Yazarın şu cümleleri konuyu biraz daha açık hâle getiriyor: “Benim için bütünüyle (onun tamamı) kutsal olsa da her bakımdan ve her açıdan kutsal değildir. Kollarının uzun, gözlerinin mavi, düşüncelerinin belki de sıradan olması itibariyle kutsal değildir benim için. Ya da söz gelimi dük ise dük olduğu için değildir kutsallığı. Çöpçüyse çöpçülüğünden dolayı da değildir. Kendimi tutmama sebep bunların hiçbiri değildir.” Onun burada “kendimi tutmama sebep olan” dediği, karşısındakine zarar vermemenin nedeniyle ilişkileniyor. Herhangi birinin mesela, gözünü çıkarmanın önündeki engel onu kişi yapmış ve bu nedenle kutsallaştırmış olan durum değil, yani çöpçüye veya düke onlara yüklenen anlamlardan dolayı zarar vermemezlik etmeyiz. Onlara zarar vermeme nedenimiz Weil’in deyimiyle: “Elime koluma hâkim olmamın sebebi, eğer biri onun gözlerini çıkarsaydı, kendisine zarar verildiği/kötülük yapıldığı düşüncesiyle ruhunun yaralanacağını bilmektir.” Bunu bildiğimiz için zarar vermeyiz karşımızdakine, sanırım bu nedenle İnsan Hakları Beyannamesi’nin hak kavramını sorunlu buluyor Weil. Çünkü olması gerekenin, insani olarak bilinmesi gerekenin bir güç ilişkisiyle, talepkâr biçimde servis edilmesini doğru bulmuyor benim yorumumca.
Weil’e göre bu nedenlerden de kişi kutsal değildir, “kutsal olan, kişi olmak şöyle dursun, bir insanda kişisel olmayandır” dediğinde de bunu açıkça görebiliyoruz. Kişisel olan bir şekilde kişinin kendi çıkarıyla da ilişkilenir çünkü birine zarar vermemek kişiselin önüne geçen bir insani tavır gerektirir. Düşünüre göre; “Bebeklikten mezara kadar, her insan evladının yüreğinin derinliklerinde, işlenen, maruz kalınan ve tanık olunan onca cürümün deneyimine rağmen, ona kötülük değil de iyilik yapılacağına dair yenilmez bir beklenti vardır. Her insanda kutsal olan, her şeyden önce işte budur.” Üzerine düşününce günümüz koşullarında bu cümleler biraz iyimser kalabilir çünkü dünyanın hâli ortadayken birçok insanın artık her şeye rağmen iyiyi beklemesi daha da zorlaşıyor. Ancak yine de hak talepleri üzerinden düşündüğümüzde bu saf iyilik talebinin değil, yazarın söylediği üzere, “kardeşinin pastadan biraz daha büyük dilim alıp almadığını kıskançlıkla takip eden küçük çocuk ruhun, çok daha yüzeysel bir parçasından gelen bir dürtüye boyun eğer.” Ve adalet talebi bu saf iyilik talebiyle değil, kıskanç çocuğun boyun eğdiği dürtüyle daha çok ilişkilenir.
Konuştuğumuz 1789’da tanıtılan hak kavramı sorunludur çünkü “bu hak kavramı değiş tokuş ve nicelik kavramlarına bağlıdır. Muhtevasında ticari bir yön vardır. Kendiliğinden, mahkemeyi (yasal hakları) savunmayı akla getirir. Hak ancak talep yoluyla savunulur; bu ton benimsendiğinde, onu öne sürmek için arkasında bekleyen güç uzak değildir.” Zaten olması gereken bir talebe dönüştüğünde, burada yasalar devreye girer ve yasaların arkasında çoğu zaman bir güç olduğu düşünülürse Weil’in bu konudaki eleştirisi biraz daha anlaşılır oluyor. “Bir hakka sahip olmak onu iyi ya da kötü biçimde kullanma olasılığını içerir” diyor sonrasında düşünür, burada başka bir şey ortaya çıkıyor, birinin bir başkasına hak kullanımı vermesi sorunluyken hakkı ele geçirenin onu nasıl kullanacağı başka bir tartışmayı beraberinde getiriyor. Bir yargıç mesela yargılama hakkını aldığında onun nasıl davranacağının belirsiz olması gibi. Çünkü hakkı verilen bir şey haline getirmek, güç ilişkilerini devreye soktuğunda daha da sorunlu hâle geliyor.
Weil’in “kişisiz” insan anlayışı onun mistik bir varoluşçu olması ile de ilişkileniyor bana kalırsa çünkü onun felsefesinin ben’i yok etmek gibi bir çabası var. Şöyle diyor mesela: “Ben’i yok etmek hariç tamamlamamız için bize verilen başka bir özgür eylem kesinlikle yoktur.”[3] Bunun anlamı onda yaratılanı yok etmek, onu o yapandan arınıp, sadece ilk hâli olarak varolmak, belki sonsuz bir bebek olma istenci bu, bilmiş olduğunu bilmemeyi yeğlemek çünkü o dünyadaki bunca şeyden dolayı “ontolojik utanç” duyuyor. Onun yaratı-bozum adı verilen düşüncesi de bunu içeriyor, varolanı bozmak yani konumuz bağlamında düşündüğümüzde, insandaki kişiye yüklenen tüm anlamları yok ederek onu verili olandan kurtarmak, belki de çıplak bırakmak. Onun açlıkla bedenini terbiye etmesinin de bundan kaynaklı olduğu düşünülebilir. Çünkü bu anlayış, varlığa dışarıdan verilen her şeyi reddetmeyi içeriyor. İnsandaki kişi ona göre onun içerisinde olduğu toplumla da ilişkili, onu kişi olarak kuran bir yere mensup olmakla ilgili ki şu cümleleri bu konuda açıklayıcı olabilir: “Kişisel olmayana geçiş, ancak yalnızlıkla mümkün olan, ender görülür nitelikte bir dikkat ile gerçekleşir. Sadece fiziksel değil aynı zamanda ahlâki yalnızlık da gerekir. Kendini bir topluluğun mensubu olarak, bir “biz”in parçası olarak düşünen kimse asla kişisel olmayana ulaşamaz.” Yani bu biraz tüm verili rollerden, kimliklerden arınmış olmayı çağrıştıran bir durum. Bir toplulukla karışmamış, onun içinde erimemiş olan varlık.
Simon Weil’in “Kişi ve Kutsal” kitabındaki argümanları üzerinde tek tek durmayı hak ediyor. Ancak özellikle kişi, hak ve kutsal ilişkisi yukarıda sözünü etmeye çalıştığımız gibi günümüzde de tartıştığımız konular olması bakımından hâlâ ufuk açıcı bir yerde duruyor. Weil düşüncesindeki mistisizm her şeyin maddi anlamlarla ölçüldüğü bir dünyada üzerinde durmaya değer bir yan bana kalırsa. Düşüncesini eyleme geçirmek için bedenini ortaya koyan, Kathar inancının çilecilik anlayışını en uç noktalarına kadar uygulamaya çalışan Weil, Nazi işgali altındaki Fransa halkı ile dayanışmak için yemek yemeyi bıraktığında yazdığı, okurlarına son çağrısı niteliğindeki bu metni ile bize anlatmaya, sesini duyurmaya devam ediyor.
Emek Erez – edebiyathaber.net (24 Aralık 2018)
[1] Akt. Bradatan, C. (2018), “Fikirler İçin Ölmek ‘Filozofların Tehlikeli Hayatları’”, s.143, (Çev. Kübra Oğuz), İstanbul: Can Yayınları.
[2] Daha ayrıntılı bilgi için bknz. 1. Dipnot, s.144, 145, 146.
[3] 1. Dipnot, s. 147.