Zaman zaman kentin eski sokaklarına çeviririm yönümü. Bir zamanlar yaşamın tüm canlılığı ile kente bağlı olduğu dönemlerden eser yok artık buralarda. Kadifekale sırtlarından yüzümü dönüp denize doğru eşsiz güzellikteki kenti seyrederim. Gâvur İzmir’dir buradan görünen. Ya da gâvur İzmir’di. Bilenler bilir bilmeyenler için söyleyeyim, İzmir’e gâvur denmesinin nedeni sahil şeridinde yaşayanların gayrimüslim olmasından kaynaklıdır. Yukarıda kalan kale tarafında ise Müslüman nüfus yaşarmış. Şimdi kale sırtlarında yaşayanlar İzmir’e göç ile gelenler ya da Afganistan, Suriye gibi ülkelerdeki iç savaştan kaçıp gelenler. Yaşam cansız, tatsız, kentten kopuk!
İzlediğim eşsiz manzaranın etkisiyle sallanıyorum sahil şeridine bu defa. Sırt sırta bitiştirilmiş, aralarından rüzgârın esmesini geçtim sokağında nefes alınmasının olanaklı olmadığı apartmanların civarında tek tük kalan miraslı yapılar kendi hallerine terkedilmiş, çürümekte. İnsan boyunu aşan kuru otların sardığı bahçeleri o eski canlı halleriyle canlandırmaya çalışıyorum gözümde. Masalar kurulmuş bir akşamüstü kızıllığında. Evlerden bahçelere, bahçelerden de sokağa taşan patlıcan, biber, kabak kızartması kokusu geliyor burnuma. Dario Moreno söylüyor bir yandan, “Canım İzmirim.” Bir başka bahçede sakız gibi beyaz bir çarşafın imbatla dalgalanması ve sabun kokusunun her yanımızı sarması…
Keşke diyorum o günlere yetişebilseydim. Güzellik, modernlik diye yaşamaya mahkûm edildiğimiz estetik yoksunu bu apartman dairelerinin hiçbir değeri kalmıyor gözümde o evleri görünce. Ve ben tüm bunları bir kitabın peşinde düşünüyorum. Loren Edizel’in “İzmir Hayaletleri” adlı kitabının peşinde. Delidolu Yayınları tarafından tekrar yayımlanan kitap Roza Hakmen’in güzel çevirisi ile buluştu bizimle.
“Smyrna’nın bütün sokakları denize götürürdü insanı; denize paralel uzanan sokaklarda bile, adım başı sokağı dik kesen yan sokaklar, daracık geçitler insanı yolunu değiştirmeye davet eder, burnuna iyot kokusunu, kulağına suyun hafif çalkantısını üflerdi.” (kitaptan)
Yazar, çok kültürlülüğün kentin kimliği olduğu bir dönemden seslenmiş günümüze. Onun deyimiyle “cümleye bir dilde başlayıp bir başka dilde bitirdiğinizde kimsenin yadırgamadığı bir zamanların İzmir’inden.” Ya da daha doğru ismiyle Smyrna’dan. Kitaba bakalım. “Jakob, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti için savaşmaya Şam’a gönderilir ve bir daha da geri gelmez. İzmir’in orta halli mahallesi Aya Katerina’da (bugünün Alsancak’ı) yaşayan ailesi ona ne olduğunu hiçbir zaman tam olarak öğrenemez. Önce annesini, sonra babasını kaybeden Niko, büyükannesi Mari, dâhilikle delilik arasında gidip gelen amcası Polikarp ve ressam halası Elena’yla büyür.” Biz de kitabı Niko’nun gözünden okuyoruz zaten. Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanları, Kurtuluş Savaşı yılları ve elbette Büyük İzmir Yangını… Kentin tarihi, komşulukların sıcaklığı, güzelliği ve kültürel mirastan esinlenmiş yazar. Gerçekliği de hissettirmiş. Ve tüm bunları yaparken hikâyeyi tarafsız, hiçbir şey kanıtlamaya çalışmadan ele almış.
“İzmir Hayaletleri” kentin tarihi hakkında müthiş bir görsellik sunuyor okura. Okuyup da hayıflanmamak elde değil. Bir de tarihin derinliklerinde yatan hoşgörü, tahammül ve sıcak ilişkileri okuyup bugünün birbirini taşlayan kentlisini görünce…
Mehmet Özçataloğlu – edebiyathaber.net (28 Kasım 2016)