Yeter ki yazsınlar! | Havanur Taflan

Ağustos 2, 2024

Yeter ki yazsınlar! | Havanur Taflan

“Konuşan dildir.”

                  Mallarme

Yaşam, umut ve umutsuzluk döngüsüyle dönüp dururken… Biz de… Narkissos gibi kendi yansımamızı görmek isteriz su aynasının diğer tarafında… Yaşamda nereden başlayacağımızı, nerede duracağımızı bilemediğimizden… İnsanlık gökkuşağının, gökteki gökkuşağından daha fazla renk ve ışıltıya sahip olduğunun farkına varamadığımızdan… Tam da bu yüzden edebiyatın o büyülü sözcüklerine ihtiyaç duyarız. Bize sunduğu umuda…  Etrafımızda bulunan her şey… Bizi düşünmemeye, dünyayı özenle siyah ve beyaz, iyi ve kötü, biz ve onlar diye bölen dille ve klişelerle yetinmeye teşvik ederken… Kitabın sayfaları arasında yaptığımız yolculukla… Toplumun duyarlı ve iyi gördüğü(…) kısıtlı söz dağarcığından çıkıp daha geniş, daha zengin ve hepsinden önemlisi daha belirsiz olana adım atarız. Sözcüklerin bu öteki dünyasında sınır yoktur. Dehşet verici bir evrendir bu. Farkına varırsak şayet… Uçsuz bucaksız kelime hazinesinin kapılarından girdiğimizde (girebildiğimizde) dünyayı, daha da önemlisi kendimizi anlamaya başlarız. Kurgudaki karakterle ahlaki çatışmalara girmeden yaptığımız arkadaşlığımızla anlatının o eylem akışına daldığımızda her şeyi daha nesnel olarak görürüz. Anlatının dehlizlerinde önyargılardan azade yapılan bir yolculuktur bu çünkü. Hayatta benzer kararları almaya geldiğimizde ise… Gerçek hayatta yapamadığımız nesnellikle… Tabii değişmişsek şayet biraz… Kendi ahlaki kararlarımızı daha akıllıca alma olanağına kavuşuruz. Çünkü edebiyat başka hiçbir şey tarafından eşleştirilemeyen bir ahlaki düşünme uyarıcısıdır.

Her şeye tercüman olan o ses… Anlatının sihri ile hep yeniden doğar. Ya onu kaydetme isteği? Yazmanın o zor dolambaçlı yollarına sürüklenme arzusu neden?  Woolf’un yazmanın karanlık bir odada elinde fenerle yürümek dediği o yola neden girilir? Yazı kafestir oysa. Yazmaya başladığımız ilk sözcükle gireriz oraya… Ferrante’ye göre; ıssız bir adada kurduğu düzende, gemiden taşıdığı ıvır zıvırın hiç yararı olmadığını sanarak pek mutlu olan Robinson ya da başkalarının işlediği ve sözel aktarımla öğrendiği malzeme üzerinde çalıştığını kendine bile itiraf edemeyen Homeros gibi hayal etmek değildir yazmak. Hayatı yeniden inşa etme ve dönüştürme arzusudur.  ‘Eril ya da dişil ödlekler değilsek’ eğer; çaresizce bu gerçek dönüşen canlı hayatı anlatmanın bir yolunu bulmaya çalışırız.  Tabii yeteneğimiz varsa…

Evet, sanat gerçekliği yeniden üretmez ama onu yeniden dönüştürür. İşte bunun farkında olan yazan ‘Ben’… Deneyimlerini, tanık olduklarını ve en çok da farklı bir dünya olabileceği hayalini kaydetme arzusu duyar. Ve bunu kendine ait hükümranlığında dilin sözcükleriyle yapar. Açılmayı bekleyen uçsuz bucaksız bir mezarlığa girmek gibidir bu onun için. Çünkü daha önce yazılmış ne varsa onun içine yerleşip ve girdaplı bireysellik sınırları içinde kalemindekileri dökmeye çalışır. Ama… Değişmiş dünyanın koşullarını anlatacağı… Gerçeğin yeniden dönüşümünü sağlayıp önceden yazılmış olanla mücadele edebileceği dili… O sahici dili bulabilirse başarabilir bunu ancak.  Sonra… Alıcısının eline bırakır yapıtını… Dinliyor musunuz? İşte bu benim… Bu sensin…

Peki, anlattıkları yazıyla buluştuğu anda onun mudur artık? ‘Dünyayla alışverişimiz bizimdir’ der Ferrante. Ama sözcükler…  Ona göre hiçbir sözcüğün gerekçesi bize ait değildir. “Yazmanın kendimize ait özel bir eylem olduğunu iddia etsek de bir kez yazıya döküldüğünde o sözcükler artık bizim olmaktan çıkmıştır.” Kitapların yazıldıktan sonra yazara ihtiyaç duymadığını söyler. Ya okur? Anlatının içindeki olay örgüsünde yine de onu arar. Yazarın özelini dünya görüşünü merak eder. “Shakespeare hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Homeros hakkında hiçbir şey bilmesek de Homeros şiirlerini sevmeye devam ediyoruz. Homeros’un veya Shakespeare’in olmadan yapabiliyorsak, neden biri benim küçük kişisel hikâyemle ilgilensin ki?”

Elbette, yazarın kaleminden çıkanlar… Onun hafızasının çalkantılı, parçalanmış, onu rahatsız eden kısımlarından çıkmıştır. Ama… Barthes’a göre, metni yorumlayıcı tiranlıktan kurtarmak gereklidir. Ve bunun için bir edebi eseri yaratıcısından ayırmak zorundadır okur. Eserin esas anlamı, yazarın tutkularına ya da zevklerine değil, okurların izlenimlerine bağlı olarak ortaya çıkar çünkü. “Bir metnin bütünlüğü onun kökeninde ya da yaratıcısında değil, varış yerinde, dolayısıyla okuyucusundadır. Yazar üretmek için vardır ama eseri açıklamak için değil. Metinle aynı anda doğar, hiçbir şekilde yazıdan önce veya sonra gelen bir varlıkla donatılmaz.”

Elena Ferrante; kadınlık, kendi kaderini tayin etme ve dostluğun çelişkili derinliklerini ifşa eder kitaplarında. Ama kimdir bu Ferrante? Zaten anlatmamış mıdır kahramanları aracılığıyla kendini… Karanlık Kız adlı romanının kahramanı Leda’yla sorgulatmamış mıdır geleneksel anneliği? Büyülü sözcüklerin dünyasındaki o yolculuğun keyfi neden yetmez okura? Onun yaratısındaki karmaşıklığı kavgaları çelişkileri hayatını değiştirmek için kullanabilmek için uğraşmak yerine…

Hayatın tüm yüzlerini öğrenebileceğimiz o kadar çok dünya var ki elimizin altında… Kafka ile ezilmişliği, Gogol ile hayattın gülünesi saçma yönlerini, Hamlet’le ihaneti…  Ve her okuduğumuzda burada ve şimdi yazılmaya devam edilmesini sağladığımız…

Yeter ki okuyalım. Ve bize değişik evrenlerin kapısını açan o yazarlar… Yazmaya hep devam etsinler. Sanat sonsuzluğun deviniminde her şeye inat hep yaşasın.

Gerisi zaten lafügüzaf…

Bendeniz, yüce Efendim,

Bendeniz, iyi Efendim,

Duacınız,

Ve en naçiz kulunuz

Yazar

(Laurence Sterne)

Kaynak:

Elena Ferrante, Sayfa Sınırları İçinde, çev. Eren Yücesan Cendey, Everest Yayınları

https://fr.wikipedia.org/wiki/La_Mort_de_l%27auteur

https://www.britannica.com/topic/philosophy-of-art/Mixed-positions

edebiyathaber.net (2 Ağustos 2024)

Yorum yapın