Edebiyat, klinik bir etkinlik olarak toplumsal alanın bir semptomatolojisini oluşturur. 1975 – 1985 kolektif öykü kitabı da, 75-85 yılları arasının toplumsal çatışmalarının bir haritasını, mikropolitik[i] bir düzeyde üretiyor. Özgürleşme hareketlerinin ve toplumsal muhalefetin askeri-bürokratik-polis aygıtı tarafından ezilişini adım adım takip ederek, bu yıkımın yaşamın moleküler düzeyinde, yani üretken ilişkiler ve oluşumlar boyunca soğukkanlı bir teşhis çalışması yapıyor. Birey, aile, dostluk ve aşk gibi düzeylerin içinde meydana gelen kırılmaların semptomlarını yalıtıyor.
Yaşam belli bir anlamda daima oluşlarla, ilişkilenmelerle ve deneyim ile ilgilidir. Bizler, yaşamın içinde ve onun sayesinde oluşlara kapılarak, ilişkiler kurarak ve deneyimleyerek kendimizi (ve gruplarımızı, aileyi, dostluğu, aşkı, örgütlerimizi) üretiriz. 1975 – 1985 öykü kitabı bizlere, bir faşizm deneyimi güncesi sunmuyor, zira faşizm deneyimlenebilir değildir. Daha ziyade faşizmin deneyimin nihai yıkımı olduğu söylenecektir: oluşlara karşı yaşanamaz kılınışlar; yaşama karşı ölüm; arzuya karşı mutlak bastırma; üretken ilişkilere karşı katatoni. “Etli Pırasa” öyküsünde, ailenin oluşumsal bir parçası olan etli pırasa yemeğinin, askeri-bürokratik-polis aygıtı ile gerçekleşen karşılaşma sonrası, yenemez kılınışı. “Can acısı” öyküsünde sevgilinin ölümü sonrası, mor sümbülün alınamaz kılınışı. “O Fotoğraf” öyküsünde, enkaza dönüşüp, katatonikleştirilen bedenin, yaşanamaz kılınışı ve intiharı. Çeşitli yaşanamaz kılınışlar ve onları kat edip nesnelleştiren bir mutlak olarak yaşanamaz kılınış.
1975 – 1985 öyküleri, belli bir anlamda bizim güncelliğimizin bir ontolojisidir. 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğü çokça Türkiye’ye özgü darbeler tarihinin bir parçası olarak –elbette son derece doğru ve haklı gerekçelerle- ele alındı. Oysa 12 Eylül aynı zamanda –kesinlikle daha evrensel anlamında olmayan- dünya-tarihsel bir eğilim ve küresel oluşumların, bugünümüze uzanan yeniden-düzenleme politikalarının bir parçasıdır. Bu öyküleri, güncelliğimizin kurulduğu düzlemin bir arkeolojisi haline getiren şey, bu sebeple, basitçe hala 12 Eylül anayasası ve kurumları içinde yaşıyor oluşumuz değildir. Zaten onlar şu veya bu ölçek de yeni iktidar şebekeleri tarafından yeniden düzenlenerek, o şebekelere eklemlenmiştir. Bunun sebebi, daha ziyade 12 Eylül Diktası’nın da içinde bulunduğu dünya-tarihsel düzenlemenin, öznelliklerin, iktidar oluşumlarının ve sermaye bileşimlerinin içinde yer alıyor oluşumuzdur. Dönüştürme, aşık olma, dostluk kurma, ilişkilenme, sevme kudreti: İşte askeri-bürokratik-polis aygıtının tahrip etmeye, işlemez hale getirmeye yeltendiği ve bunun için korkunç bir kıyımı işleyişe koyduğu yaşamsal kudretlerimiz. Muhbirlerin, sürgünlüğün, ölümün kapıda bekleyişinin, ölüm ile yaşam arasındaki belirsizlikte –işkence edilenin, hücreye atılanın kadar, dışarıda olası bir tutuklanmayı, saldırıyı bekleyenin de belirsizliği- asılı kalışın yarattığı o derin tahribat. “Kız Çocuğu” öyküsü, askeri-bürokratik-polis aygıtına kapılmanın tedirginliğini, artık kendisi olarak yaşayamaz kılınmış bir ailenin, sahte pasaportlarla sürgüne gidişini anlatır. Güvensizlik, tedirginlik, deneyimin yıkımı, yaşayamaz kılınma. Son derece farklı düzeylerde –bireylerin, aşıkların, ailelerin, dostların, eğitim kurumlarının, politik örgütlerin içinde ortaya çıkan patolojilerin semptomlarıdır. Ve kim bugün, aynı patolojik kuşakta yaşamadığımızı kendinden emin bir şekilde söyleyebilir: Panik atak, depresyon, katatoni ve paranoya.
Deleuze, psikanalizi yazarın durumunu ve edebiyatın durumunu yanlış anlamakla suçlar. Zira, psikanaliz, hasta (veya analizan) olarak gördüğü yazarın patolojilerinin semptomları olarak kurduğu, metindeki ifade edilenin ardında ifade edilmeden kalan bilinçsiz öğelerin peşine düşer. Oysa işin aslı psikanalizin gördüğü ve gösterdiğinden çok daha farklıdır. Yazar bir hekimdir (Nietzsche de, filozofu çağının hekimi ilan etmiştir) ve toplumsal yaşamımızın bilinçsiz öğelerinin peşine düşerek, geleceğin (iyi veya kötü olabilen) güçlerinin ve güncelliği kuşatan bilinçsiz süreçlerin görünür/söylenir kılınmasını sağlar. Bu sebeple, yapılabilecek en kötü okuma, 1975-1985 öykü kitabını, yazarları birer “mağdur” olarak görerek, onların öznel duygu durumunu anlamak üzere okumak olurdu. Kitap, üzerinde işlediği bağlamın bütün hüznüne, acısına rağmen, bir sağlık işareti olarak okunmalı. Kitabın teşhiste gösterdiği soğukkanlılık, öykülerin yazıldığı bakış açısının terapik/iyileştirici bir bakış açısı olması ile anlaşılabilir. Zira askeri-bürokratik-polis aygıtının korkunç eylemleri (tecavüz, işkence, kayıplar), korkunç ve konuşulamaz travmalara sebep olmuştur. Öyküler bu açıdan, konuşulamaz kılınmış olanı yeniden konuşabilir hale getirme çabasıdır. Bu öykülerin asıl güçlü yanı ve onları edebi yaratımın bir parçası kılan –ve politik dikkate değer kılan- yanı, bu öykülerin her türlü öznel, yorumlayıcı vs. çerçeveyi aşan bir şekilde toplumsal alandaki süreçleri görünür kılarak nesnelleştirebilme gücüdür.
Öyküler, 75-85 döneminin yaşamını, o yaşama dair oluşmuş kolektif sözceleme, yani hafızaya bağlanarak, oradan tekil sözceleri kesip, biçip yeniden eklemleyerek, yaratıcı ve somut bir klinik tablo oluşturuyor. Yazarlar büyük “Y” ile yazılan yazar-işlevini (Foucault’nun dediği gibi), tanrısal yaratıcı olmayı bırakarak, bir kolektif varlığın parçası olarak yazıyorlar. Öykü kitabı bu anlamda, “İzmir Yazarevi” yazarlarının ortak ürünü, hem de başından sonuna. Kurulduğu 2012 yılından bu yana sıkı ve sürekli bir atölye süreci yürüten yazarların daha önce de Atölyeden Öyküler isimli bir başka öykü kitabı Duvar Yayınevi’nden çıkmış. 1975 – 1985 öykü kitabı ise Nisan 2014’te Arvo Yayınları tarafından basılmış.
Kaynakça:
Deleuze, Gilles & Guattari, Felix, Anti – Ödipus, Bilim ve Sosyalizm Yay., Çev:
Deleuze, Gilles, Kritik ve Klinik, Norgunk Yay., Mayıs 2007, Çev: İnci Uysal
Smith, Daniel W., Saf İçkin Yaşam: Deleuze’ün “Kritik ve Klinik” Projesi, Norgunk Yay., Temmuz 2013, Çev: Emre Koyuncu
İzmir Yazarevi (Kolektif), 1975 – 1985, Arvo Yayınları, Nisan 2014
[i] Mikropolitikadan kastım, oluşmuş halleriyle bireyleri, grupları, kurumları verili kabul etmeyen, onların oluşum süreçlerini bakış açısının merkezine yerleştiren bir anlayış. Dolayısıyla bu açıdan birey, aile, dostluk, örgüt, kurumlar vs. hepsi oluşumsal varlıklar olarak görülmelidir.
Oğuz Karayemiş – edebiyathaber.net (15 Eylül 2014)