Bazı kitapları okuduğumuzda insan yaşadıklarına hayıflanmadan edemiyor. 200 yıl önce yazılmış, orijinal ismi “Pride and Prejudice” olan, dilimizde “Aşk ve Gurur” ve “Gurur ve Önyargı” isimleri ile çok sayıda çevirisi bulunan Jane Austen’in başyapıtında geçen günlük yaşam, kadının toplumsal konumu, ilişkiler, davranış biçimleri bugünün ülke ve dünya gündemini meşgul eden konularla karşılaştırıldığında insanlığın pek de tatmin edici gelişmeler yaşamadığını görüyoruz.
Gurur ve Önyargı, 1796-1797 yıllarında yazılmış, ilk kez 1813’te yayımlanmış. O dönem İngiltere’sinde bir kadının roman yazması, hele de bu işten para kazanması alışıldık bir durum olmadığından yayımlanan ilk baskıda yazarın adı yerine “Bir Kadın” (A lady) ifadesi kullanılıyor. Yazıldığı dönem ve yazarın yaşı göz önüne alındığında, basit bir konunun bu kadar başarılı bir kurgu ve anlatım ile, iki yüz yıldır hemen her dile çevrilen, birçok defa sinema ve dizi filme uyarlanan, üzerine akademik çalışmalar yapılan bir esere dönüşmesi Jane Austen’i dünya edebiyatının sayılı isimlerinden birine dönüştürüyor. Edebiyatın gücü, yaşadığı dönemde “Bir Kadın” imzasından öteye geçemeyen Jane Austen’ı hak ettiği değere kavuşturuyor.
Jane Austen bu romanında 1800’lerin İngiltere’sinde orta sınıf ve soylu kesimin yaşamlarını anlatır. Orta sınıfa mensup Bennet ailesinin evlenme çağına gelmiş beş kızı vardır. Dönem İngiltere’sinde bu hiç de makbul bir durum değildir. Ailenin para ve mülkü en büyük erkek çocuğa verilmektedir çünkü. Kızların bir sosyal statüye sahip olmalarının tek yolu makbul bir evliliktir. Makbul evlilik için soylu ve zengin bir koca bulmak gerekmektedir. Soylu ve zengin bir erkeğin amacı ise kendine yakışan, dış görünümü ile güzel olduğu kadar, piyano çalmak, dans etmek, konuşmak gibi eylemleri de “güzel” yapabilen bir eş bulmaktır. Hal böyle olunca aşkın tanımı ve kriterleri de bu şartlar doğrultusunda belirlenir. Gurur ve Önyargı, son derece zeki ve ironik bir dile sahip, romanın anlatıldığı döneme ait bir toplum eleştirisidir. Kuralları ve sınırları dönemin iktidarı elinde tutan saray ve çevresindeki soylular sınıfı tarafından belirlenen düzene itiraz eden ve toplumun bu genel kabul görmüş kuralları ile mücadele eden Elizabeth karakteri, Bennet ailesinin ikinci kızlarıdır ve romanda önyargıyı temsil eder. Elizabeth mücadelesinde o kadar başarılı olur ki, toplum düzenini en iyi temsil eden ve romanda da gururun sembolü Bay Darcy’i dize getirir.
Romanı günümüz yaşamı ile karşılaştırdığımızda, anlatılan gurur ve önyargı kavramları kadar, sınıflar arası adaletsizliğin, kadının toplumsal rolündeki travmaların, insanın doğasında bulunan zafiyet ve kibrin günümüzdeki karşılıklarını rahatça görebiliriz.
Romanı, gelir düzeyi ve sosyal statü açısından orta sınıf altındaki insanlara yer verilmemesi, her şeyin güllük gülistanlıkmış gibi gösterildiği hiçbir trajedi içermeyen bir yaşamı anlatması açılarından eleştirebiliriz. Ancak kadının toplumsal rolünü irdelemesi açısından ilk feminist romanlardan biri olarak değerlendirilmektedir.
Jane Austen’in kullandığı ironik dil, yüzyıllardır dünyanın canına okuyan İngiliz nezaketine de keyifle okunan bir eleştiri getiriyor. Kişiler arası diyaloglarda kimse birbirine en ufak bir kötü söz söylemiyor, nezaket kuralları asla çiğnenmiyor, ancak bu nezaket cümleleri o kadar iyi kuruluyor ki, karşınızdakine küfretseniz belki daha az zarar verebileceğiniz boyutta sahnelere tanık oluyoruz.
Jane Austen 1775’te İngiltere’de, yedi çocuklu bir ailenin en küçüğü olarak dünyaya gelmiş. Papaz olan babası, Austen’ın edebiyata olan yetenek ve ilgisini fark ederek kızını bu yönde yetiştirmiş. Austen ilk denemelerini masal şeklinde 16 yaşında yazmaya başlamış. 1817’de çok genç yaşta yaşama veda eden Austen’ın, Aşk ve Yaşam (1811), Gurur ve Önyargı (1813), Mansfield Parkı (1814) ve Emma (1816) adlı romanları Austen hayattayken yayımlanmış. Northanger Manastırı ve İkna isimli romanları ise ölümünden sonra 1818’de basılmış. İlk yayımlandıkları dönemde romanlarının hiçbirinde Austen’ın ismi yer almamış.
Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda isimli kitabında belirttiğine göre, Jane Austen’e kadar geçen dönemde romanlarda kadın karakterler edebiyatta sadece bir erkeğin eşi ya da hizmetlisi olarak yer bulabiliyormuş. Romanlarını, yazdığını kimselere göstermemeye dikkat ederek yazmaya çalışan, kadınların roman yazmasını uygun bulmayan bir toplumda pasif bir mücadele sürdürerek inatla yazmayı sürdüren Jane Austen’i, yazdığı başarılı romanlar kadar kendinden sonra gelen kadınlara açtığı yol için, beğeni ve saygıyla okumaya devam ediyoruz.
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (17 Mart 2017)