Her yazarın yaşamın herhangi bir ânında karşılaştığı sorulardan biridir “Nasıl yazıyorsun?” sorusu. Yazarların buna verdikleri yanıtlar, biz okurlara onların zihinlerinin derinliklerinde dönüp dolaşan kurguları, fikirleri, kimi zaman korku veya “takıntılarını” anlama olanağı veriyor.
Yazma süreçleri kimi yazarlar için bir nevi başka bir duyguya veya ruha geçme ânı alırken bazıları içinse alışılmış bir eylemi devam ettirme olarak karşımıza çıkmakta. Can Kozanoğlu ve Mirgün Cabas’ın ortak emeğiyle Can Yayınları etiketiyle çıkan İlk Sayfası adlı kitap, 25 yazarın merak edilen yazma anlarını, yöntemlerini, süreçlerini ve yazmaya dair düşüncelerini okuyabiliyoruz. Bu okumadan kendimize çıkaracağımız yönleriyle beraber aslında yazmanın kökenlerine dair fikirler de veriyor.
Söyleşi formatında hazırlanan kitap, Kozanoğlu ve Cabas’ın sorularının yanında yazarların eklediği ve biz okuyucuların merakını gideren yönleri de barındırıyor. 25 ayrı yazar, 25 ayrı pencere ve 25 ayrı duruş…
Türk polisiyesinde akıllara ilk gelen yazarlardan biri olan Ahmet Ümit, merak ettiği tarihsel olayları araştırmak istediğinde kıvılcımı tarihsel gerçeklikten başlatan bir yazar. Araştırdığı konuları yazı masasında döğüştüren yazar, kurgu sayesinde gerçeği desifre ediyor denilebilir. Veya onun değişiyle: “Öğrenmek istediğim önemli tarihsel olayları yazıyorum.”
Hikâyenin nasıl anlatıldığı ile ilgilenen Doğu Yücel, gerçekliği kurgunun içine çekip yaşamdaki gerçeği nefeslenen ve bunu zihninde yoğuran bir yazar. Gözünüzle gördüğünüz bir olayı bir süre elinizde bir kitap olarak görürseniz bunun Yücel’in içerik oluştururken kullandığı bir tarz olduğunu unutmayın ve onun bir başka kitabında bunlara yine tanık olabileceğinizi aklınızdan çıkarmayın.
“Mutluluğun romanı olmaz demiştim çünkü çatışma dediğimiz şey mutsuzluk ister.” diyen Pınar Kür’ün yazmak için kötümserlikten beslenmek gerektiğini ve yazmak için aslında itiraz edinilesi konuların insanı yazmaya ittiğini söylüyor. Kür, bildiği şeyi okumanın o bilinen metni okumak için itici güç oluşturmayacağını da ekliyor. Hem kendisinin de dediği gibi itiraz içermeyen metin bilmediklerimizi de içermez değil mi?
Hikmet Hükümenoğlu, mekân mekân gezen ve gezdiren yerlerin aksine bütün romanlarında şartları ve içindekiler değişse de hep aynı kalan bir kitapçıyı mekân olarak seçer ve ona sadık kalır kitaplarında. Ve yine kendisinin aktardığına göre yazma sürecine müdahale etmeyen bir yazar. Geriye dönüp bakmayan, yazma sürecini akışına bırakan ve ilk taslak doğana kadar buna sadık kalan sadık bir yazar.
“Ayak altında dolaşma!”/Küçülüp küçülüp nokta haline dönüşmek isterdim.” cümlesini kurgusal kitapta yazan bir yazarın çocuk gerçekliğini ve hassasiyetini bilen biri olduğuna şüphe yok. Evet, Behiç Ak. Kendisi, hikayeler bittiği için hikâye yazmaya başlamış. Çocukluğa, çocuğa ve çocuğun kalabalık mekânlardaki yaşantı zenginliğinin ve çeşitliliğinin yittiği zamanda bu eksikliği görüp yazmaya iş edinmiş.
Metinlerinde kadını, kadın hallerini önceleyen Mine Söğüt, gazetici kimliğinin gerçekliğini metinlerde de kullandığını ifade ediyor. Ülkenin, toplumun yaşadıklarını kadınlar üzerinden yazan Söğüt, gazeticiliğin gerçekliği yanında metinleri rüya kıvamında yaratıcılığını da eserlerine katarak anlatmakta ve karakterlerini deliliğin sularında gezdirmekte.
Çok yönlü bir sanatçı olan ve her yönünde de hatırı sayılır bir düzeyi yakalayan Zülfü Livaneli, ilk cümleye önem veren yazarlardan. Livaneli, yakın ve uzak geçmişteki olayları, toplumsal kodları ve kültürel motifleri kullanan başarılı bir sanatçı. Küçüklüğünden beri edebiyat ile nefes alıp veren yazarın kitaplarının içerik yelpazesine bakınca bu nefesinin gayet uzun olduğunu da görmekteyiz.
Ercan Kesal, çocukluğun önemli bir hesaplaşma yeri olduğunu düşünen bir yazar. Yazarken zorlanmasının sonucunda rahat okunan biri olduğunu vurgulaması sanırım eski hikâye anlatıcılarının yalınlığına denk oluşu ile ilgili. Rahat yazmak için metinlere çok emek verdiğini, yazıp değiştirdiğini belirttiğinin altını çizmek gerek.
Alper Canıgüz, psikoloji destekli metinleriyle sıkı bir polisiye yazarı. Çok yönlü metinleri, derin göndermeleri ile özgün bir yazar. Metinleri oluştururken, kurguları yazarken hatta henüz düşünce aşamasında gerçekliğin ve gerçeklikteki izdüşümlerinin peşine düştüğünü görüyoruz. Yazarın, Kan ve Gül romamanını yazmadan önce romanda kullanacağı gerçek kişiden izin alıp yazdığını söylesek bu onun yazarlık yönü için sağlam bir fikir verecektir.
Sezgin Kaymaz’ın yazma prensibindeki temel vurgusu, sonunu bildiği veya tahmin edebileceği bir şeyi yazamayacak olması. Bu da biz okuyucuların tahmin edeceği gibi Kaymaz, yazma sürecinde kendini yaratıcılığa bırakmakta. Karakterlerle bütünleşmesinin yanında metin bağlamlarını yazarken kendi yaşamından beslenmesi de bize yazar-metin-üretim alanı arasındaki ilişkiyi de özetler nitelikte.
Buket Uzuner’den psikomitoloji gibi az işlenen bir yöntemin yanında elle yazmaya devam etmesi günümüz okurunu ilgisini çekecek türden bir yön. Kitaplarında anısal yönleri kullanması, ekolojik kaygıları öncelemesi ve kendisinin de dile getirdiği gibi hayat meselesi olan yazarları sevip onlara değer vermesi kendi yazma süreçleri ve yöntemleri hakkında bilgi vermekte.
Uzun soluklu metinler ve derinlikli karakterler yaratması ile edebiyatımızda değerli bir yere sahip Ayfer Tunç, kendini şehir insanı olarak tanımlamakta ve hikâyelerini çevreden, dışarıdan alan bir yazar. Yer yer çocukluğunun izlerini ya da izsizliğini kitaplarında fark ettiğini belirten yazar, hüzünlü şeyler yazdığını belirtiyor. Bu yönüyleüzülmek isteyen okuyucu metinlerine davet etmekte.
Kitapta söyleşi yapılan yazarlar arasında yöntem özgünlüğünü önemseyen Murat Menteş. Bunu söyleme nedenimizse kendisinin tuttuğu binlerce not arasında espri, isim ve fikir bankalarının olması. Kitaplarındaki kıvraklık, kurgu zenginliği ve dilsel becerileri ile yaratıcı bir kimliğe sahip olan Menteş, yazma alışkanlıklarında zaman içinde değişim gösteren bir yönünün altını çiziyor ve yazarlık yolculuğunda zamanla değişen kaleme aldığı cümlelerin kısalmaya başladığını dikkate alınması gereken bir değer olarak vurguluyor.
Latife Tekin, ilk cümlenin yazımını kolay bulmayan yazarlardan. Onu bulduktan sonra kitabı yazabileceğine inanıyor. Yazmaya başladığında ara vermeden uzun süreler yazdığını belirten Tekin, belki edebiyat lügatını bir kelime daha eklemenin sınırlarına varıyor: Ev dili. Ona göre ev içinde konuşulan dillerin yarattığı bir bağlam var. Ayrıca dilin işleyişi üzerine kafa yoran yazarın metinlerini de bu yormanın ürünleri olduğunu da tahmin etme şansımız doğuyor.
Yazmanın kendisi için yaşamın ayrılmaz bir parçası olarak gören Müge İplikçi, ilham geldikten sonra yazdığını belirtiyor. Yazar, yazmayı ve edebiyatı yaratmak için özellikle toplumun içinde olan, toplumla gezen ve gözlemleyen bir yapıda olduğunu vurguluyor. Ve bir eserin içeriğini o kadar gerçekçi yazmış ki, hastası olan bir okurun “o süreçleri” yaşadığını belirtmeden edememiş. Kuşkusuz bu yazarın gözlemlediğini aktarabilme gücüne işaret.
Saygın Ersin, bazı yazarların aksine metnin sonun görmeden yazmaya başlamayan bir yazar. Belki de sonucun ne olduğunu görmek kimi yazarları yazma sürecinde daha etkin kılıyor. Tarihsel metinler yazan Ersin, yazma süreci için derinlikli ve kapsamlı araştırmalar yaptığını ifade ediyor. Ersin, kitabın da bir hayatı olduğunu kabul ederek yazarlığa farklı bir bakış getirip kitabın kendi yolunu bulmasının önünü açıyor.
Anlatı biçimini hikayenin gerektirdiği şekilde belirleyen Cem Akaş, bir yazma sürecini tersten ilerleten bir yazar. Akaş’ın bir diğer özgünlüğüyse yazdıklarını birkaç yıl sonra okuyucuya açık bir şekilde sunması diyebiliriz. Okuyucu-yazar ilişkisinde nadir görülen bu durum yazarın, metinleri üzerindeki mülkiyet konusu için yepyeni bir başlık açacak güçte. Akaş’ın editörlüğün amacı neyin yapılacağını söylemek değil neyin yanlış olduğunu göstermesi gerektirdiği şeklindeki düşünce tarzı ise onun özgün bir yönünü gösteriyor.
Hakan Günday, yazarken güdüsel tarafının baskın olduğunu vurguluyor. Yazarken içeriğinin onun yönünün belirmesinde etkisi olduğunu ifade eden Günday, cümlelerin ilerlerken metnin yönüne yön verebileceğini ve bunun öncesinde hesaplayabileceği bir yol olmadığını söylerken yazma eğilimini de yansıtmış oluyor.
Başarılı çevirileri ve programcılığı ile bildiğimiz Sevin Okyay’ın çeviri ile ilgili deneyimli cümlelerinin yanında yazdığı metinlerle de edebiyatımızdaki yeri belirgin. İlk Romanım kitabında yetişkin ile çocuk yazarlığı arasında geçen metnin, kendisinin yaşamına dair izleri taşığını belirtmesi yazar-metin-gerçek yaşam ilişkisini bir kez daha önümüze getiriyor.
Deniz Yüce Başarır-Başar Başarır’ın yazma becerisinde temel itici duygu, öfke ve kızgınlık halidir. Bunun yanında bir şeyi değiştirmeyi istemek de yine onlar için bir yazma gerekçesi. Bu gerekçenin yazarın zihninde zamana bırakılması, onun üzerinde düşünülmesi ve nitelikli bir ürünün çıkması için emek verilmesi ise işin olmazsa olmazı.
Murat Uyurkurak, metinlerini oluştururken net bir çizgi yerine farklı metin türleri ile süreci devam ettiren ve en sonunda yazdıklarını elden geçiren bir yazar. Kimi zaman yazdıklarının bir yapıya evrilmediğini söylemesi aslında onun yazma sürecindeki esnek zihin yapısının göstergesi ve ekliyor eğer politika yapmak isteseydi roman yerine pankart yazardım, diye. Ve yine ekliyor: Sonunu bildiğin şeyi niye yazasın ki.
Metinlerinde yaşamda olması gereken düşünce eğilimlerini yazan Ayşe Kulin, toplumsal yönleri romanlarında işler ve dönüştürür. Yazma sürecinde notlar almayan yazarın yazma süreci o anda oluşuyor ve bu şekilde ilerlediğini belirtiyor. Yazarın yazarken metnini görsellik açıdan zengin kıldığını ve bunun zihinsel canlandırmayı kolayladığını belirttiğini de söylemek gerek.
Yazarken kelime seçiminde hassas davranan Nermin Yıldırım, laf ebeliğinin edebiyatta yeri olmadığını ifade ediyor. Yıldırım da diğer bazı yazarlar gibi bir derdi olunca yazanlardan. Tabi olayı sıcağı sıcağına değil de zihninde döndürüp, dolaştırıp beklettikten sonra yazıyor. Bu süreçte aklındaki fikri ölçüp biçtiğini belirten Yıldırım, bu süreçte üzerinde düşündüğü metin için notlar almaya başladığını söylüyor.
Yekta Kopan, mizah için başladığım her hikaye sonunda ağır drama dönüşmüştür, derken yazma sürecinin en genel tarifini yapar gibidir ve yazdığı açık uçlu öyküler için onları dar kalıplara koymadım’ı da ekliyor. Yazdıklarını gerçek hayata benzeten Kopan, belki de mizahın neden drama evrildiğinin de cevabını veriyor.
Celil Oker’in net vurgusu çabalamadan olmadığıdır. Üslup konusunda yazarın kendi renginde hareket etmesi gerektiğini belirten Oker, bununla oynandığını çok bilinecek bir benzetme ile abartılı gelin makyajına benzetiyor. Gerçekleri iki yönüyle işleyen Oker’in polisiye üzerine olan düşünceleriyse bir nevi toplumsal bir gözlemin de yansıması.
edebiyathaber.net (3 Şubat 2024)