Ocak 1, 1970

İki elinizi avuç içleri aşağı kalacak şekilde çevirin ve üzerlerine oturun ve bekleyin, tek eliniz de olur. Başka bir zaman da çömelerek bir süre o şekilde kalın lütfen. Ellerinizin ve bacaklarınızın önce karıncalandığını sonra uyuştuğunu hissettiniz mi? Peki ellerinizin üstüne oturduğunuz salonun ortasına veya çömeldiğiniz sokağa bir bomba düşseydi. O zaman vücudunuzun neresi karıncalanmaya başlardı? Zor mu oldu yoksa soru? Vücudunuz değil aslında ruhunuz karıncalanırdı belki de. Öyle olmasını umuyorum. Yazarımız da benim gibi düşünmüş olmalı.

Öykümüzün ismini kahramanımızın bacaklarının karıncalanmasından aldığını sonunda öğreniyoruz. Kahramanımızın ismi yok, herhangi birimiz olabilir, seçim size kalmış. Kadın veya erkek olduğunu da bilmiyoruz. Savaşın erkeklere yakıştığı düşünülürse bu konuda tahmin etmek zor olmaz.

Yazarımız kullandığı ironilerle bize savaşın anlamsızlığını anlatmaya çalışmış. Aslında bunu biliyorduk biz, yüzlerce savaş gördükten sonra bilmememiz gerekir diye düşünüyorum. Günümüzdeki savaşlar daha farklı aslında; daha çeşitli ve daha şiddetli. Yaşam savaşı diyoruz bazen buna, ismi çok önemli değil aslında. Sabah kalkar kalkmaz üniformalarımız giyip, sırtımıza/kolumuza silahlarımız alıp cepheye koşuyoruz, yürümek yasak; zaman her şeyden değerli çünkü.

Beden bütünlüğünü savunuyoruz, zarar görmemesini, en doğal hakkımız olduğunu savunuyoruz. Şiddete hangi türü olursa olsun karşı çıkışımızın en temel sebebi de bu oluyor. Doğru bir iletişim için şart bu, düşünsenize; dilimiz konuşup karşıdakinin kulağı değil duyan. Konuşan ben, duyan sensin, sizlersiniz.

Vücudun karıncalanması bir yana hepimiz birer karıncayız. Onlar gibi çalışkan olduğumuz, toplu halde hareket ettiğimiz, doğaya faydalı olduğumuz için söylemiyorum bunu. Zayıfız hepimiz, güçsüzüz, devasa bir ayağın bizi ezmesine gerek yok ölmemiz için. Yumuşak bir rüzgâr bile alıp savurur, hiç ummadığımız yerlere götürür bizi. Sesimiz çıkmaz karıncalar gibi, savrulduğumuz yerde yine bize denileni yapar, mutlu olduğumuz zannederiz .

Kahramanımız savaşın tam ortasında, savaş olduğunda kıyısında köşesinde kalma şansınız zor elbette. Bir yerde savaş varsa herkes savaştadır ve elbette bir taraf düşman olmak zorundadır. Düşmanlara ne yapmamız gerektiğini söylemiyorum artık.

Yazarımız savaş meydanında ironiler ile yürüyor, hayatta kalmak için buna ihtiyacı var. Ciddiye alsa belki de delirecek, o da her canlının yaptığını yapmaya çalışıyor; canlı kalmaya devam etmek.

Belki tank, uçak, top, roket atar ve buna benzer nesneleri kullanabilirsiniz ama savaş her zaman insanlar arasındadır, en az iki tane. Daha hızlı koşan, daha güçlü olan daha yukarı zıplayan değil bu oyunlarda daha acımasız olan kazanır. Bayrağını dalgalandırır belki ama taktığı hiçbir madalya ile övünemez. Madalyanın ağırlığı vücudundan çıkan ter ile değil akıttığı kan ile ölçülür çünkü.

Savaşta insan bedeninin değerinin olmadığını kim söylemiş. Baksanıza kadınlar yüzlerce frank değere sahipler, tek bir kötü tarafı var bunun; seçme şansınızın olmaması.

Yazarımız için savaş dur durak bilmiyor, aynen yağmurun sürekli yağması gibi. Sadece ara veriyor, o da 12 saatin 3 saati. Çukur kazıyor kahraman askerlerimiz, az da olsa uyuyacaklarını sanıyorlar. Savaşta uyku ancak ölmek ile mümkün; saf çocuklar sizi. Savaşın içinde olup dışında nasıl kalabilirsiniz? Kendisi zor, cevabı kolay bir soru; çek bir yudum konyak.

Savaş önüne gelen her şeyi yakar yıkar, sonuçta elimize kalan hiçlik olur. İşte size bütün savaşların sebebi ve sonucu, bir hiç uğruna verilen ve koskocaman bir hiç kazanılan mücadele. Sonsuza kadar sürecekmiş gibi hissedilen bomboş bir zaman. Kahramanımız kendi sonunu bilmiyor ama yaklaştığını hissediyor. Bu nasıl olduysa bir şekilde mutlu ediyor onu. Mavi sarı sivil bir kravat almak gibi bir planı bile var. Savaş tetikteki parmakları karıncalandırır, sonra karşı cepheye koşan ayakları. Şanslıyız ki ölerek buna çare bulabiliyoruz; çok şükür. Buna sebep olanların beyinleri karıncalanmasın yeter ki, onlara çok ihtiyacımız var.

 

 

Yorum yapın