“Yanlış susuyorsun -gözlerin ağıt-
Maviye bak.”
Türkan İldeniz
“Öğretmen misiniz?” “Bilmiyorum.”
Aklımdan ilk bu geçti. Daha doğrusu bunlar. Sizi görünce beyaz bir dünya inancı göverdi içimde. Size yanaşıp sormak istedim. Acaba diyerek girecektim cümleye, ürkek bir giriş, samimi gelecekti size. Ya da ben, size samimi gelmiş gibi davranacaktım. Yapamadım. Acabayı çiğnedim dişlerimle. Arabaya henüz binmemiştiniz ve kapıda bir sigarayı dönüyordunuz yanınızdakiyle. Birkaç nefes sonrası, çöp kutusunun kenarlığına basmıştınız izmariti. Tedirgin olmuştum yok yere. Koltuğun parasını vermemiştim, rezervasyonum vardı ve sırf kesintiden dolayı, kasadaki herifin “gart geçmii abiy” cümlesine maruz kalmıştım. Ama siz geldiğinizde kartı uzatmıştınız, uzun parmaklarınız vardı ve başım, dünyadan daha hızlı dönmeye başlıyordu o an.
“Öğretmen misiniz?” “Öğretmen misiniz?” “Öğretmen misiniz?”
Kuru bir öksürük sonra. Kırçıl bir tenezzül, yerimdeyim ve bana bakıyor bazen, içimdeki şeyler. Bunların ne olduğunu soracağınızı varsayarak “bilmiyorum” diyorum: içimden.
“Hiç denk gelmedim böylesine. Ne zamandır buradasınız, pek gelmezler de…” cümlesini kocaman yutkunuyordum. Herifçioğlunun parmakları arasındaki kredi kartında, adınız yazmıyordu. Gülüşünüze denk birkaç cümle düşündüm, bulamadım. Duvarın tutukluğu geçti, karşımdaydı ve nakit verdiğim paraya takıldım. “Hani geçmiyordu?” diye soracaktım kasadakine, caydım. “Uğraşmaya değmez” düşüncem vardı, babamdan bana geçen. Uğraşmadım bu yüzden. Yalnızca gözlerimi diktim o herife.
“Öğretmen misiniz?” “Evet, nereden anladınız?”
Buraları, esasında herkesin sırtını döndüğü bir yer olarak anlatmak, daha makul. Kaderin kamburu çünkü bura. “Siz, buraya, nasıl oldu da hani… Buraya… Aslında pek gelmiyorlar ve aslında gelenler de pek kalmıyorlar. Peki ya siz, niçin, burada…”
“Öğretmen misiniz?” “Evet, neden?”
“Buraya pek gelmezler de… Gelenler de genelde kırık bir Türkçe ile gelirler… Sizin Türkçeniz… Daha başka. Buradakiler, yalnızca acıyı anlayabiliyorlar Türkçe sözcüklerle. Gerisini susarak anlatıyorlar. Bir yerde kalıp tutmanın dilidir çünkü susku… Hem bir de…” Tutuk… Kasadaki herifin “gart” demesi gibi kart bir ağırsaklığa tutulmak da fena…
“Öğretmen misiniz?” “Hayır.”
“Hem bir de ulu sözcüklermiş gibi geliyor niyeyse bütün yaşantılar. Bir de şey… Nasıl oluyor da televizyondaki -evet evet TRT’deki-‘ler gibi nasıl oluyor da öyle konuşuyorsunuz, konuşabiliyorsunuz? Bizim dilimizde niye bu kadar güzel durmuyor ve gözükmüyor bu ağdalı sözcükler.”
(Sözgelimi, bilahare, mahmur, varoluşabilmek, anne ve keşke daha az ölseydin Berna’lar…)
“Öğretmen misiniz?” “Bazen…”
Bir hayatı, böyle koşarak ardınızda belirdikten sonra, kulağınıza fısıldamak istiyordum. Bu geçiyordu içimde o an, evet. Arka koltuktaydınız ve yanınızdakiyle ağzını yaymadan ve kaygılanmadan konuşuyordunuz. Arabaya eş zamanlı binmiştik, ön koltuktaydım ben ve dikiz aynasından gözüküyordunuz siz.
“Öğretmen misiniz?” “Öğretmen misiniz?” “Öğretmen misini?” “Yok almayayım…”
Defaatle bakıyordum size. Telefonunuz çalıyordu ve “kanka…” diye açıyordunuz telefonu. Bizde alo veya efendim diyenlerden daha başka bir şey duyuyor olmanın dumuruna uğruyordum ben, gariptir. Nasıl olur bilmiyorum ama şoförün (ki kendine kaptan da diyen ve dedirten bu adamın) hemen yanında, bir numaralı koltukta ve dikiz aynasından size bakmak… Sizi görmek… Durmadan baktım evet, özür dilerim evet ama size… Siz diyecektim, iki kişiydiniz, bir sizi aranızda pay etmek istemedim niyeyse, sen demek de gelmedi içimden… Hem sonra şey… Nasıl söylemeli bunu… Daha önce sigara içen biri, yok böyle değil, sigara içen birini daha evvelinden, bu da olmadı… Sana siz mi demeli yoksa bilemedim…
“Öğretmen misiniz?” “Hayır öğrenmenim.”
Size yanaşıp zihnimde, defalarca geriye adımlayarak, yakınlaşmak için değil yalnızca uzaktan bakmak ve öğrenmek için öğretmen olup olmadığınızı… Başka türlüsü, bu dağların arasında, bu iz bilmez insanların yanında -evet iz bilmez bunlar- ne işinizin olduğunu, çocuklarıyla neden bir sınıfa doluştuğunuzu, bunu ben biraz sormak… Biraz susmak ve aralıklı bir hayattan bakmak uzaklığa, size bir anda verebileceğim yanıtlar düşünüp dururken, aklımdan geçiriyordum daha demin, soruyordum misalen:
“Öğretmen misiniz?” “Size ne…”
Sesi yitirmiştim bir an. İç sesimi. Kederlendiydim. Dinlenme tesisindeydik ve şoför üst üste ikinci sigarasını yaktıydı. Yanımdan koşarak miting alanına giden kadınların sesini işittim, neresindeydim hayatın diye sordum kendime. Cevapsız bir ilinti doldu, kehribar bir sesle ilişik oldu tüm bunlar. Tesislerde, daha usul görünmek adına içtim o karışık aromalı meyve suyunu. Bu yüzden açık sigaradan bir tek aldım, yaktım, sizin olduğunuz tarafa -o vakit yalnızdınız ve yanınızdaki lavaboya gitmişti- oradaydınız, gözlerinize baktım, tam üç defa. Hiçbir şey dememe sesinizi duydum, hiçbir şey demiyordu. “Bilmem seyahatin kıymetli yolcuları…” anonsundan sonra doluştuk araca, yola koyulduk ve bir kere bile ölmeyecekmişiz gibi hissettim o an. Bir nefesi aldım, ikisini verdim gibiydi. İçtiğim sigara, ağzımda kötü bir tat bırakmıştı ve sırf siz içiyorsunuz diye ben… Yok, hayır, abartmıyorum.
“Öğretmen misiniz?” “Ya siz, öğretmez misiniz bu gereksiz cesaretin kaynağını yahut öne sizi iten gücün ve bir sahipliğe sahipmiş gibi düşündürtmesinin arkasını, ne oluyoruz Allah aşkına?”
İnsanların arasına hiç kimse olarak karışmayı seviyordum. Tanınmamayı, tokalaşmamayı, kafa tokuşturmamayı, susmayı ve öylece yola bakmayı istiyordum. Bunu aracın içindeyken, gözlerimi kapamama borçluydum. O an başka bir yerde oluyordum sanırım. Nasıl bir yer olduğunu bilmediğim başka bir yer. Üzünç taraflarım varmış. Varmış evet. Ve siz de o an…
“Öğretmen misiniz?” sesim bu benim. Duyun artık lütfen.
Birazdan yanınıza gelmek için zihnimi açacağım. İçimi kurcalıyorum durduk yere. Ne oluyor sabahları uyuyanlara, bilmiyorum. Yol boyunca uyudunuz ve kimlik kontrolünde jandarmanın gözleri devrildi. Sırf sizi gördü diye. Doğum gününüzmüş, kutladı. Görevi başında âşık olan herif, dedim içimden. Kimlik numaramı okurken, onu oracıkta, sırf size öyle baktı diye…
“Öğretmen misiniz?” Soruyorum yine. Cevaplıyorum kendimce: Bilmem bazen.
Aracın biraz hareket etmesinden sonra el etti ardımızdan jandarma. Kimliklerimizi dağıtmıştı ve “iyi yolculuklar” dilemişti. “İyi ki doğdununuzu” kutladım içimden. Mumu üflüyordunuz ve birden durduk. El ettiydi. Gördüm, sol aynadan. Durdu şoför. Koşarak geldi jandarma. “Pardon,” dedi sizin oraların sesiyle. Sizin göz içlerinizi parlar gördüm o an, ilk defa. “Pardon” dedi diye mi yoksa pardon deyişinde miydi asıl tını? Öylece yüzünüze bakıyordum ve daha önce durduk yere kaybolduğumu hatırlamıyordum, o andan başka. Sizden numaranızı istedi jandarma, herkesin içinde. “Bu özgüvenden satın almalı,” dedi yanımdaki iki numaralı yolcu. Bunu Türkçe demedi, bu yüzden işitmediniz siz. Ama ben duydum, yemin ederim ki dedi bunu. Haklıydı. Numaranızı rakam rakam söylediniz ve ben rakam rakam delirdim. Sonra upuzun bir keder… Tümleşik bir telaşı vardı acının. Size adınızla hitap etmek istedim. İçimden üç kere siz dedim bunun yerine. Bulaşıcı bir öç yahut öd tutkusuydu bu.
“Öğretmen misiniz?” Size yaklaşmadan tekrar edip durdum bu soruyu içimde. Arkamdaydınız, hemen arkamda ama çok büyük bir uzaklık vardı aramızda.
Eş zamanlı bir yuvarlaklık büyüdü içimde. Jandarmanın kolunda uzman yazıyordu ve isminizi sordu size, kısık sesle ve ona eğilerek karşıladınız soruyu. Aracın radyosundan bir şarkı yükseliyordu, yanılmıyorsam içinde yar sözcüğü geçen bir sözcük teyelleniyordu ve ben, şoförü oracıkta, sırf bundan…
“Aa,” dedi jandarma “aaaaaa…” büyüdü a’lar bende. “Aa, öğretmen misiniz?” Hep içimden yükselen soruyla karşıladı sizi. “Aa, öğretmen misiniz?” Numaranızı aldı ve indi araçtan. “Aa, öğretmen misiniz?” Puflayan yolcular dışında ses yoktu o an, yüzünüzdeki gülümsemenin gürültüsü çarptı yüzüme, dikiz aynasından. Kopuk bir şey… Gereği yoktu dedim, kendi kendime. Size yaklaşıp bilmem kaçıncı kez yinelemek istediğim bir soru vardı, yakıştırmadım bu tanışmaya. Girişini kaçırdım diyaloğun, iyi de niye, bilmem.
Sizinle aynı yerde indik. Biraz geciktirdim adımlarımı. Minibüsün önünde, birkaç dakika durdum. Sizi izledim. Boynunuza taktığınız seyahat yastığınızı. Teki kırık, dört ayaklı valizinizi. Birkaç beyaz poşetinizi. Yanınızdakinin, sizden yedi dakika önce ayrılışını. Yalnız kalırkenki tedirginliğinizi ve hiçbir şey demez ama bir numara vermiş yüzünüzü. Kıvancın suratını gördüm sizde. Böyleymiş meğer dedim kendime. Durdum, gökte henüz yeni dinmiş bir havanın ürperticiliği vardı. Atıştırıyordu. Rüzgâr, olduğunuz taraftan gelmişti. Giderek yalnızlaşıyorduk. Bir valiz, birkaç poşet, bir yastıkla gittiniz. “Acaba yardım edebilir miyim?” ile “yardıma ihtiyacınız var mı?” arasında gittim geldim, gittim, geldim. Döndüğümde, sesimin bana çarptığı duvarla tanıştım, şöyle diyordu: Biliyorum, öğretmensiniz.
edebiyathaber.net (26 Nisan 2022)