(Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken’deki öykülerine atıfta bulunarak yazılmıştır.)
“İnsanın, sürekli yaşadığını hissetmesi için bazı değişmez ölçülere başvurması iyi oluyordu.” * Evet, iyi oluyordu diye haykırdım. Sen ki ey kaybeden nesillerin isimsiz kahramanı, sen ki üçüncü dereceden ‘portog’ nişanıyla ödüllendirilmiş yüksek düşünceli şahsiyet; elbette karmaşanın artması, virüslerin çoğalması, depremlerin hızlanması, savaşların patlaması, iyi oluyordu.
Bu sözlerle uyanıyorum. Yok, yok, cep telefonu çalıyor. Doğrusu çalmıyor ötüyor: Gu guuk, gu guuk. Tam on defa. Guguk kuşunun tanıdık sesini duyar duymaz gözlerimi açıyorum. Hâlâ dünyadayım! O hayal kırıklığıyla kapıyorum tekrar. Ne mümkün beynimin sesini durdurabilmek. Önce bir düşünce geliyor aklıma, sonra diğeri, sonra hepsi… Günlerdir yağan yağmurun başladığı ilk anlar gibi. Önce tek tük haberci damlalar, sonra pat pat pencereye çarpmalar…
Dün geceki fırtına muhteşemdi oysa. Evlerin çatıları uçmuş, elektrik telleri kopmuş, arabalar pert olmuş… En güzeli, dünya tüm çirkinliğiyle başımıza yıkılmış. Küçücük bir umut, olasılık bile olmayan.
Her sabah -öğleden sonra diyelim- gözümü açar açmaz böyle olur. Gece yarıları zar zor uykuya dalmışken görünmez bir el üstüme eğilir ve kafamın bir yerine gizlenmiş, Sil, tuşuna basarak beynimdeki tüm düşünceleri siliverir. Sabah uyanır uyanmaz da, Geri Yükle, tuşuna basar.
Ben ki 35 yaşında isimsiz bir Oğuz Atay kahramanı. Belki 45’imdir. 65 de olabilir. Yaşın bir önemi yok, gelip geçen zamanın da. Önemli olan, ısrarla ve inatla yaşıyor olduğum. Tüm anların birbirine benzediği tek boyutlu, renksiz, kokusuz atomlardan oluşan gezegende hâlâ var olduğum. İşte asıl bu gerçek çıldırtıyor beni.
Her gün gözlerimi açtığımda, üstüme kâbus misali çöken apaçık hakikat. Yine mi diyorum, yine mi? İnsan denen güruhun çerçöpüyle tıka basa dolmuş gezegende uyandım!
Elbet her kaybeden gibi benim de birkaç kez (yok, daha fazla) bu sömürgen dünyadan kurtulma arayışlarım oldu. Gıcır gıcır kollarıyla gelenleri kucaklamaya hazır, paralel evrenlerin birinde gözümü açmak için yaptığım denemeler. Adına bilim dedikleri, benimse sonsuz kandırış ismini taktığım birtakım tekniklerle yıllarca oyalandığım dönemler. Hızımı alamayıp bilfiil yüksek düşüncelerimle uyguladığım pratikler de oldu tabii. Maalesef hepsi başarısızlıkla sonuçlandı. Her sabah, bedenime çivi gibi batan yataklarda açtım gözlerimi.
Bir zamanlar bilime inanırdım. Daha doğrusu bilimsel yönteme. Evreni saran sonsuz kaosu kırmak için kurgulanmış mekân denilen kaygan örtüyü üstümden atmak ve olup biten her şeyin üst üstte gelmesini engellemek için yapılandırılmış zaman denilen zehirli ırmağın suyunu kesmek için yapmadığım kalmadı. Özellikle Einstein’ı okuduktan sonra. Zamanın hız aldıkça yavaşlayacağını hatta duracağını anladığımdan beri yaptıklarım takdire şayan.
Cep telefonları, kurmalı saatlere benzemez. Hele anneanne, dede evlerinin duvarlarını süsleyen oymalı, işlemeli, sarkaçlı saatlere hiç benzemez. Çocukluğuma dair hatırladığım üç beş güzel şeyden biridir, guguklu saat. İçinde saat başı yuvasından çıkıp öten minik bir kuşun yaşadığı tılsımlı evin yakınında olmak, hayatımın en keyifli eğlencesiydi bir zamanlar. Hafta sonlarının değişmez ritüeli. Pazar akşamları, saat tam altıda, zınk diye duruverirdi saatin tik takları. Sanki görünmez bir el, görünmez bir düğmeye basmış da sürekli bir sağa bir sola gidip gelen sarkacın hareketini durdurmuş. Belki guguklu saati her hafta durduran elle, her gece kafamın içindekileri silen, aynı Görünmez El’dir. Kim aksini iddia edebilir?
Bilim insanı olduğum dönem boyunca, farklı zamanlara açılan solucan delikleri aradım hep. Işık hızında yol alabildiğimde gözümün önünde belirecek, ‘olasılığın görkemli kapılarını.’ İşte o kapılardan birine isabet edebilmek için var gücümle çalıştım. Ezber ettim kuantum sıçramayı. Yetmedi, akılalmaz formüller yarattım. Öylesine yükseldim ki! Ve son düşüşümde anladım: “Kurtarıcılar yoktu.”
Korkuyu Beklerken’deki isimsiz kahramanın dediği gibi: “Dünya basık bir yuvarlaktır ve yerçekimi diye bir kuvvet vardır. Anladınız mı?” Evet, anladım. Bu rezil hakikatin nihayet farkına vardım. Yaşadığım aydınlanmayla birlikte bambaşka bir insan olup çıktım. Artık kurtarıcıyı bilimde değil bizzat kendimde arayacaktım. Bundan böyle kendi kendimin kurtarıcısı olacaktım.
Yaşlılık, hastalık ve ilaç kokan ölgün dede evi salonuna, canlılık ve hareket katan tek varlık olan güzelim guguk kuşu aniden sustuğunda, ortalığı kaplayan ölüm sessizliğine müdahale eden kişi -her zamanki gibi- dedem olurdu. Kim bilir ne zamandır oturulmaktan gövdesi çökmüş yeşil koltuktan oflaya puflaya kalkar ve salonun başköşesine asılı küskün saati kavrardı pörsümüş elleriyle. Sonra vitrin çekmecesine sakladığı gizemli anahtarla evire çevire kurup hayata döndürürdü. Onun alışkın hareketlerini, hayranlık dolu gıptayla izlerdim. Bir an önce büyüyüp boyum uzasın isterdim. Uzasın da dedemin yerine ben ilgileneyim guguklu saatle isterdim.
Solucan delikleri, zamanda salt ileriye doğru yolculuk yapmak için kullanılmaz. Geriye de gidilebilir onunla. Tek arzum buydu benim. Zamanda geriye gidip çocukluğumun guguklu evine dönebilmek. Dönüp yaşadığım o sayılı anları sonsuz kılmak. Bu uğurda elimden geleni yaptım. Yok, daha fazlasını. Sonuç: Elde var sıfır. Matematiğin muazzam denklemi. Evrenin hiçlikten gelip hiçliğe gideceğini söyleyen tartışmasız paradoks.
Bir kez daha öttü cep telefonu. Bir dokunuşta alarmı kapattım. Her günkü canhıraş sessizliğine döndü ortalık. Gene de merakımı yenemedim, gözlerimi aralayıp pencereden yana baktım. Dünyayla irtibatımı tam zamanlı kesmeye yarayan zifiri siyah perdelerin rengi, soluk fümeye dönmüş. Demek güneş yeniden doğmuş!
Beynime ardı ardına yağan düşüncelerle bir anda ayağa fırladım ve telaşla cep telefonuma baktım. Evet, bugün o gündü! İlk işim perdeyi ve pencereyi sonuna dek açmak oldu. Gökyüzünde solgun ama direngen bir kış güneşi dikiliyordu. Bir yandan camlardan içeriye fütursuzca hücum eden keskin soğuğu, cılız kollarıyla kırmaya çalışıyordu. Güneşin duyarlı hareketi içimi ısıttı. Eşofmanlarımın üstüne takviye kıyafetler giymeden koşar adım tuvalete gittim.
Döndüğümde uyku mahmurluğunu üstümden atmış ve planımı uygulamaya hazır hale gelmiştim. Ancak önce çay içip kahvaltı etmeli ve bedenen de hazır hissetmeliydim. Kahvaltıda yiyeceklerim aklıma gelince, tuvalette yerine gelen keyfim, bozuluverdi. İki aydır kuru ekmek, sulu çorba, zeytin, yumurta ve patates yemekten gına gelmişti. Ne çare! Kış ortasında, dağ başında -sözüm ona- yazlık sitede kalırsam, olacağı buydu. En yakın markete yürüyerek gitmek bir saatimi alıyordu. Tabii yolda aç köpeklerin saldırısına uğramazsam. Havlayan köpek ısırmaz deyip yoluma devam ettim diyelim, bu defa karşıma ıssız köşelerde bekleyen başıboş erkekler çıkmazsa. Hadi onları da kışkışlayıp aşağıya indim, köyün tek bakkalından bulabildiğim en ucuz yiyecekleri aldım, asıl çile bundan sonra başlıyordu.
Siteden inmesi nispeten kolaydı ama çıkması felaketti. Ağaçsız ve hayvansız bırakılmış biçare dağın gövdesini kanlı irinler misali kaplayan kaçak yazlıklara yürüyerek ulaşmak, üstelik elde torbalarla, insanüstü bir çaba gerektiriyordu. Tam yarım günümü alıyordu, dönüş. Kuzeyden esen sert poyraz yüzünden açıkta kalan uzuvlarım donmuş, kapalı yerlerimse terden sırılsıklam olmuş halde, evden içeri zar zor atıyordum zayıf bedenimi.
Çay suyu koymak için mutfak vazifesi gören karanlık bölüme gittim. Rutubetten göz göz açılmış duvarlara baktım bir süre. Ne işim var burada? diye hayıflandım. (Her uyanışımda aklıma gelen bu sevimsiz soruyu savmak da rutin görevlerim arasındaydı.) Birazdan ekmeğe katık edeceğim Ezine peynirini düşündüm hemen. Buraya gelmeden bir güzel sarıp vakumlamıştım onu. Sırf bu özel gün için sakladığım servetimi, tezgâhın altındaki mini buzdolabından çıkardım, uzun uzun kokladım. Beklemekten sararıp solmuş. Kimin umurunda? Koca bir tabağın ortasına özenle yerleştirdim peyniri, etrafına daimî malzemeleri dizdim. İki dilim ekmek, beş zeytin, bir kaşık salça. Yumurta geçen hafta bitmişti, zeytinle salça bitmek üzereydi. Ne önemi var dedim. Bu sapa yere geliş sebebin bugünkü plan değil miydi? (Yok, başımı sokacak başka bir kovuk bulamamaktı.)
Evden ayrılmadan önce her yeri sil, süpür,” diye sıkı sıkı tembih etmişti teyzekızı. Ev dediği, kod farkından dolayı elde edilen boşluğa kondurulan mutfaksı odayla penceresiz tuvaletten ibaretti. Elbette bu rutubetli mağarada kalmıyordu Esin. O ve pek sevgili kocası İsmet’in yaşam alanı, üst katlardaydı. Deniz gören o iki katın anahtarını vermemişti teyzekızı. “Aman ha! Sakın kimseye görünme,” demişti evin anahtarını uzatırken, “İsmet’in haberi yok kalacağından.” Onun cömert teklifini duyunca sevindiğimi inkâr edemem. Köy merkezinde dolmuştan inip üç saat yokuş çıktıktan sonra anladım durumu. Fakat yılmadım. Başa gelen çekilir diyerek kendimi avuttum. Baksana etrafına, ne araba gürültüsü var ne de insan denen zalim çokluğun hırıltısı. İstediğin tam da bu değil miydi? Sakin sakin düşünüp planını uygularsın işte. (Yaptığım plana göre, en erken iki gün sonra, en geç Ocak ayı başında terk edecektim bu kovuğu.)
Plastik tepsiye kahvaltı tabağını, büyük su bardağı çayımı koydum, çekyatın önündeki ayağı kırık sehpaya yerleştirdim. Ardından iki çizgili portatif ısıtıcıyı fişe taktım ve bekledim. Korka korka… Kızarmaya başladı ızgaralar. Isıtıcıdan gelen iyi haberle yüzüme alışkın olmadığım bir gülümseme yayıldı. Feri sönmüş gözlerim dahi ışıldadı. “Yo, yo!” dedim kendimden emin, “bugün her şey güzel olacak.”
Hazır elektrik gelmişken telefonu şarja taktım. “İnşallah aramaz Esin,” dedim. Her yağmurda, fırtınada ilk işi bana telefon etmek olur. Kıymetli evine bir şey olmuş mu, yıldırım neyin düşmüş mü, sular seller basmış mı, canım havuzu taşmış mı? Sorar da sorar. Kapatmadan, “Aman ha! Sakın kimseye görünme,” demeyi ihmal etmez. Bir kez olsun halimi hatrımı sormak için aramadı. Oracıkta karar verdim. Bir daha Esin’in telefonunu açmayacaktım. İstediği kadar kızsın, söylensin. Kış kıyamette gelip evden kovacak hali yok ya! Pek sevgili kocasının da haberi yok zaten. “Oh be!” deyip keyifle kaykıldım çekyata. Karnım acıkmış. Geldiğimden beri ilk kez… Çoğu zaman yemek yemeyi unutur, açlıktan başım döndüğünde veya mideme kramp girdiğinde hatırlardım.
Kafamdan kabaca hesap yapmaya çalıştım. Olmadı. Günleri, haftaları karıştırıyordum artık. Bu sabaha, yani 13 Aralık salı, saat 10:00’a kurmuştum alarmı. İzbe mağaraya girer girmez, ya unutursam, ya uyanamazsam! diye ilk işim bu olmuştu.
İştahla ettim kahvaltımı. Tabakta ne varsa silip süpürdüm. E madem özel gün, çayıma şeker katabilirim değil mi? Bir hamlede mutfak tezgâhından şeker kavanozunu kaptım, rutubetten yapış yapış olmuş son kırıntıları kaşıkla kazıyıp çaya döktüm. O coşkuyla, “Planı uygulama vakti,” diye haykırdım.
Sehpanın üstündeki deftere uzandım elim titreyerek. Peşi sıra cep telefonunun mobil verisine bastım. Defterde üç ayrı e-posta adresi ve o adreslere göndereceğim mektuplar vardı. İki aydır, hiç acele etmeden, düşüne hesaplaya yazdım hepsini.
Mektuplardan ilkini, eski okulumdan bir arkadaşıma göndereceğim. (Arkadaşım mıydı sahiden?) İkincisini, unutamadığım eski sevgilime. (Sevgilim miydi sahiden?) Üçüncüsünü ise sosyal medyadan sürekli beni takip eden hayranıma. (Hayranım mıydı sahiden?)
Kime [email protected]
Konu: Evrakta sahtecilik
Sayın Ece İndelen
Bildiğin üzere, ismini burada anmak istemediğimiz hakemli dergiyi kandırıp evrakta sahtecilik yapan kişi: Sensin. Derginin üst düzey yöneticilerinden Bülent’le (aynı zamanda sevgilin) anlaşarak kayıtları değiştirmek suretiyle başkasının yazdığı makaleyi, kendin yazmışçasına yayımlattın. Yetmezmiş gibi yaptığın sahtekârlığı ortaya çıkaranı (aynı zamanda makaleyi yazan), okuldan kovdurup akademik hayatının sona ermesine sebep oldun. Şimdi ödeşme zamanı. Bu mektubu alır almaz makaleyi çekmekle kalmayıp, asıl metin sahibinin ismiyle, tekrar yayımlatmanı istiyoruz. Eğer iki gün içinde söz konusu tekzip yazısını göremezsek, sevgilin Bülent’le olan gayri resmi yazışmalarınızı dergiye, okula ve diğer bilim sitelerine göndereceğimizi üzülerek bildiririz.
İyi çalışmalar dileğiyle,
UBOR-METENGA
Kime: [email protected]
Konu: İlişkide sahtecilik
Sayın Taner Cevher
Her gün, sosyal medya hesaplarından yaptığın paylaşımları ilgiyle takip ediyoruz. Ne denli mutlu, şanslı, sağlıklı bir koca, baba ve iş insanı olduğuna dair sergilediğin fotoğraflara tek tek bakıyoruz. Sakın yanlış anlama, elbette senin adına seviniyoruz. Ancak bu dünyada her seçimin bir bedeli olduğunu biliyoruz. Üstelik o bedeli kendisi ödemeyip hayatının baharında saf bir kadına ödeten olarak, bu gerçeği herkesten fazla idrak edeceğini de biliyoruz. O kadın ki ailesinden kalan tek serveti, yerinip sakınmadan ellerine teslim etmişti. Fakat senin gözün kadında değil mirastaymış! Sana bakarken kalbi sarkaçlı saat olup hızla sağa sola çarpan kadınla, çok değil, on bir ay birlikte oldun. Sonra sıkıldın ondan ve işe yaramaz bir matematik formülü gibi hayatından çıkardın. Şimdi bedel ödeme zamanı. Kadının ana baba yadigârı evini satarak açtığın ve günden güne büyüttüğün temizlik şirketinin, çok değil, %11’lik kısmına tekabül edeni, nakit olarak istiyoruz. (Sakın rakamlarla oynama. Şirketin kurulduğundan bu yana sekiz yıllık bilançosu, elimizde mevcut.) En geç iki gün içinde, söz konusu parayı mektup zarflarına sığdırmalı ve aşağıda yazılı posta kutusuna, elden teslim etmelisin. Aksi takdirde, iş seyahatleri bahanesiyle katıldığın seks ve uyuşturucu partilerinin videolarını, karına ve sosyal medya hesaplarına göndereceğimizi üzülerek bildiririz.
İyi çalışmalar dileğiyle,
UBOR-METENGA
PK: 43 Kime: [email protected]
Konu: Küçük bir test
Sayın Beyaz Mantolu Adam
Umarım beni ve bugünün önemini hatırladınız. Yanıtınız evet ise sizi küçük bir testte tabi tutmak istiyorum. Hayır ise canınız sağ olsun. Sorum çok basit: UBOR-METENGA kimdir?
Bir Dost! Umutla beklemeye başladım. İlk ikisinin yanıtı hemen gelmezdi ama üçüncüyü fazla beklemeyeceğime emindim. Vakit geçsin diye çayın altını yakmaya gittim. Döndüğümde dört gözle beklediğim mektup, karşımdaydı. Sevinçle açtım e-postayı. Gelen yanıt üç satırdan ibaretti ve büyük bir hayal kırıklığıydı.
Sevgili Bir Dost
Ne evet ne hayır!
Yanıtım: BORU-METENGAZ
O hayal kırıklığıyla telefonu elimden attım. Aylardır ince ince hesaplayıp adım adım planladığım her şey, bir anda tuzla buz olmuştu. “Bu adama güvenmekle hata ettin,” diye azarladım kendimi. “Hayatın boyunca hep yanıldın za…” Şikâyetimi tamamlayamadan telefon gu guuk ötmeye başladı. Bu kez umutsuzca açtım postayı. “Şaka şaka… Cevap: Korkuyu Beklerken’deki gizli mezhep.”
“Testi geçtiğinize göre sohbete başlayabiliriz değil mi?”
“Ne zaman buluşuyoruz?”
“İki gün sonra.”
“Nereye geleyim?”
“İki gün içinde söyleyeceğim.”
“Geç olmaz mı?”
“Önce vereceğim posta kutusundaki zarfları almalısın.”
“Bana olan aşkını yazarak mı itiraf ettin?”
“Telefon numaranı ver de uzun uzun anlatayım.”
*Oğuz Atay- Korkuyu Beklerken
edebiyathaber.net (10 Ocak 2023)