Fotoğraflar: Merih Akoğul
80’li yıllar ve öncesinde şair ve yazarlar esas olarak kahvehanelerde ve meyhanelerde buluşurdu. Bu gelenek 90’lı yıllara kadar sürdü. Sultanahmet’te, Ayasofya ile Sultanahmet arasındaki çay bahçesinde, Arkeoloji Müzesi bahçesindeki çaycıda, Beyazıt’ta Çınaraltı’nda buluşuyorduk önceleri. Ama bir türlü rahatça sohbet edebilecek bir yer bulamamıştık. Sonuçta turistik bir bölgeydi Sultanahmet ve mekan sahipleri en kısa sürede en çok geliri elde etme peşindeydi. Oysa bizler üniversite öğrencileri ya da iş hayatına yeni atılmış dar gelirli kişilerdik. Yani mekan sahiplerinin beklentilerini karşılayacak müşteriler değildik. O nedenle de birkaç ay sonra ya onlar bizden rahatsız oluyordu ya da biz mekandan. Hep bir arayış vardı ve buluşma mekanları değişiyordu.
1984 olmalı bir gün Adnan Özer’le buluştuğumuzda yeni bir yer bulduğunu, birlikte gidip bakmayı önerdi. Çemberlitaş’tan Beyazıt’a yürürken sağ kolda, dikkatli bakmayanın hemen fark etmeyeceği kemerli bir kapıdan geçip iki üç adım atınca dışarıdaki gürültülü kalabalıktan kopup sessiz sakin bir ortama giriliyordu. Burası eski bir medreseydi, 1707 yılında yapılmış Çorlulu Ali Paşa Medresesi.
Medresenin tekke hücrelerinde küçük imalathaneler, turistik eşya satıcıları, girişte hemen sağda yüksek tavanlı dershane bölümü ve ağaçlar altında gölgelikli medrese avlusu kıraathaneydi.
Erenler Kıraathanesi bir nargile kahvehanesiydi. Kağıt ya da tavla oynanmıyor, nargileler tüttürülüp, sessiz sakin bir biçimde, çevreyi rahatsız etmeden sohbet ediliyordu. Çalışanları sempatik ve saygılı, çaylar da lezzetliydi.
Daha ilk gittiğimizde kapalı bölümde nargilesini tüttüren şair Necat Çavuş’la karşılaşmıştık. Necat’ı Yönelişler Dergisi çevresinden tanıyorduk ve ondan İhsan Deniz, Mehmet Ocaktan, Hüseyin Atlansoy, Sıtkı Caney gibi aynı çevreden şairlerin de buraya geldiğini öğrenmiştik.
Medreseyi hemen benimsedik.
Artık hemen her öğleden sonra medresede buluşuyorduk. Adnan Özer, Mehmet Müfit, Tuğrul Tanyol, Cengiz Öndersever ve ben daimi kadroyduk. Ali Günvar, Merih Akoğul, Taner Ay, Kubilay Ünsal, Samet Bağçe, Seyhan Erözçelik, Orhan Kahyaoğlu, Hüseyin Öncü, Yusuf Algazi, Ayşe Düzkan, Murat Yalçın, Yüksel Kanar, Necati Polat, Süleyman Can Portakal, İbrahim Kiras, İrfan Çiftçi… Her gün kalabalıklaşıyorduk.
Viyana’dan geldiğinde Oktay Taftalı, İstanbul’a gelişlerinde Haydar Ergülen zamanlarının çoğunu medresede bizlerle geçirirdi. Başka şehirlerden gelip bizleri arayan şair arkadaşlar için de uğranacak tek adres medreseydi.
Edebiyatı, şiirdeki her gelişmeyi anında izlediğimiz yıllardı. Sohbetlerimizin temel konusu bu güncel gelişmeler olurdu. Sonra sohbet okumakta olduğumuz kitaplara kayardı. En yeni kitapların, dergilerin yanında, şiir tarihimizin temelini oluşturan tüm şairlerden ve şiirlerinden söz edilir, onların poetikaları derinlemesine analiz edilirdi. Bu sohbetler aynı zamanda çıkardığımız dergilerdeki şiir anlayışımızın temellerini de oluştururdu. Nâzım Hikmet şiiri de, Necip Fazıl da, 40 Kuşağı da İkinci Yeni’de, Divan Edebiyatı da, Halk Şiiri de, yani şiir denince akla ne geliyorsa hepsi ilgi alanımızdaydı.
Bu edebiyat sohbetleri dışında medresenin 80 Kuşağı için edebiyat mahfili haline gelmesini esas sağlayan yoğun şiir ve yazı üretimimizin taze örneklerinin hemen yazıldığının ertesinde okunup, tartışılmasıydı. Herkes herkesin yazdıkları konusunda fikir ileri sürer hem içerik hem de biçim açısından eleştirir, eser sahipleri de bu önerilerden akıllarına yatan düzeltmeleri hemen yapardı. Kimse kırılıp gücenmezdi. Zaten kırılıp gücenecek yapıdaki arkadaşlar aramızda fazla barınamazdı. Eleştiriler sert ve acımasızdı ama kişiye değil esere yönelikti. Bu ayrımı anlayamayanlar için uygun bir grup değildik. Ama kapalı bir grup da değildik. Necat Çavuş, İhsan Deniz, Mehmet Ocaktan, Hüseyin Atlansoy hemen dahil olmuştu sohbetlerimize. Her gün birlikteydik. Adlarını andığım ya da anımsayamadığım bir çok arkadaş da bize katılırdı. Konuya göre yan masalardan tartışmalara dahil olanlar da olur, görüşlerini söylerlerdi.
Tabii yeni dergi ve yayınevi projeleri de yapılırdı. Dergi hazırlıkları burada sürdürülür, yazılar tartışılır, düzeltilirdi. Dergilerin ilk sayıları heyecanla beklenir, kıyasıya eleştirilirdi.
Çoğunluk öğrenciydi ve İstanbul Üniversitesi’nde başta felsefe olmak üzere sosyal bilimlerle ilgili bölümlerde okuyorlardı. Sosyal bilimler de ilgi alanımızdaydı. Yeni yayınlar, yapısalcılık gibi gündeme gelen yeni akımlar tartışma konumuz olurdu. Arkadaşların bitirme tezlerini, doktora konularını da tartışırdık. Örneğin sosyolojide doktorasını yapan Hüsamettin Arslan’la böyle tanışmış, zamanla dost olmuştuk. Hüsamettin’le epistemolojiyi, Thomas Kuhn’u sık sık gündeme getiriyorduk. Ayşe Düzkan uğradı mı konumuz feminizm oluyordu.
12 Eylül Askeri Darbesi yeni yapılmıştı. Sağ sol çatışması gerekçe olarak gösterilmişti. Ülkede darbenin karanlığı hala sürüyordu. Gazete, dergi çıkarmak mümkün değildi, siyasi görüşlerini biraz yüksek sesle söyleyen kendini hapiste bulabilirdi. Darbe öncesi farklı siyasi görüşlerimiz nedeniyle belki birbirimize silah çektiğimiz, en azından yumruk yumruğa geldiğimiz kişiler şimdi aynı mekanda yanyana masalarımızı birleştirip farklı görüşlerimizi birbirimize anlatıyorduk. O tartışmalardan birçok dostluklar doğdu ama düşmanlık oluşmadı.
Medrese yapılan sohbetlerin çevreye nasıl olumlu etkiler yaptığını ise yıllar sonra, 2000’lerde üniversitelerde ya da bakanlıklarda karşılaştığımız akademisyenler ya da bürokratların bir çoğunun yan masalardan bize kulak misafiri olduğunu, sohbetlerimizin hâlâ belleklerde olduğunu öğrenince anlayacaktık.
Seksenlerin sonunda arkadaşlar okulunu bitirmeye, hayata atılmaya başlayınca haftanın beş günü buluşup sohbet etmek imkanı kalmamıştı. Bir gün belirleyip randevulu buluşmak mümkündü ama bunu beceremedik. Ama 90’lı yıllarda da medrese edebiyat mahfili olmaya devam etti. Bizden sonra gelen kuşak da orada sohbeti sürdürdü. Her güzel mekanda olduğu gibi zamanla popülerleşti, esas sakinleri çekildi ve kimliğini kaybetti.
edebiyathaber.net (4 Ağustos 2021)