Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sı feminizmin kutsal kitaplarından biri olarak okundu hep. Gerçekten de Woolf kadınlara yöneltilen “niçin bir Shakespeare çıkaramadınız?” sorusuna somutun eleştirisine dayanan yürekli bir yanıt verir. Ne var ki bu, kadın yazınının temel metinlerinden biri olan Kendine Ait Bir Oda’nın çelişkili yanlarını görmemize engel değil; bugünün dünyasında Woolf’un önerdiği özgürlük biçimi kadınların yalnızca tahayyülde özgürleşebilecekleri bir iç dünyaya, Stoacı bir eylemsizliğe götürüyor bizi.
Her şeyden önce Woolf “yazar kadınlar”ın sorunlarıyla ilgiliydi yalnızca, onun toplumsal olanla kurduğu bağ naif bir imtiyazlı konumla sınırlıdır. Woolf, Sufragette hareketine katılmamıştı, kadınların kendilerine ait odaları/gelirleri olması oy hakkından çok daha önemliydi ona göre: “bu ikisinin arasında -para ve oy- paranın kat kat daha önemli olduğunu itiraf ediyorum”[1]. Newnham College’da yaptığı konuşmanın (Girton’daki konuşmasıyla birlikte Kendine Ait Bir Oda’nın temelini oluşturur) ardından şöyle yazıyordu günlüğünde: “Açlıktan ölen ama yürekli genç kadınlar (…) akıllı, hevesli, yoksul; sürüler halinde okullarda öğretmen olmaya yazgılı. Şarap içmelerini, kendi odaları olmasını incelikle söyledim onlara.” (27 Ekim, 1928). Woolf’un aksine aristokrat kökenli olmayan bir kadının ülkesini yönetenleri seçmeden ve eğitim eşitliği için savaş vermeden nasıl kendine ait bir oda inşa edeceğinin cevabı yoktur bu metinde. Anayasal düzlemde ikinci sınıf vatandaş olan, kamusal alanda varlığı hoş karşılanmayan, Cambridge’de çimenlere basması dahi yasak olan kadının kendi yaşamını “kazanması” nasıl mümkün olabilir? Bu durumda, zengin bir koca bulmak değilse yanıt, aileden kalacak yüklü bir miras mıdır Woolf’un söz ettiği? Edebiyat tarihine toplumsal cinsiyeti, kavramsal olarak değilse de, dahil etmesine rağmen toplumsal dönüşüme dokunmayan bir naiflikten söz ediyoruz. Kendisinin talihli bir şekilde sahip olduğu “oda”nın, ekonomik imtiyazın zihnini dökebilmek için bir ön koşul olduğunu anlamış, fakat “açlıktan ölen ama yürekli kadınlar”ın bunu gerçekleştirebilmesi için gerekli toplumsal dönüşümü göz ardı etmiştir. Bunu Virginia Woolf da bir ölçüde itiraf eder: “Bazen dünyanın değiştiğini hayal ediyorum. (…) Ama hayat konusunda daha yakından edinilmiş, daha yoğun bilgim olsun isterdim. Bazen gerçek şeylerle uğraşmayı isterdim.” (27 Ekim, 1928).
Virginia Woolf’un metninde “ütopyacı bir ufuk” görenler onun sesindeki başkaldırıya eşlik eden tuhaf bir kabulleniş olduğunu gözden kaçırırlar. Bu yalnızca günlüklerinde açıkça söylediği “bizim için hiçbir çıkar yol olmadığı gerçeği”nde[2] değil, bir tür feminist motto haline gelen o ünlü isyanında da görülebilir: “İsterseniz kitaplıklarınıza kilit vurun, zihnimin özgürlüğüne vurabileceğiniz ne bir kilit var ne de süngü”.[3] Woolf’un Epictetus’u hatırlatan özgürlük anlayışı insanın dış dünyanın zorbalıklarından kaçıp sığınabileceği ve kendisini özgür hissedebildiği bir iç alana işaret eder (interior domus). Bu içsel özgürlük tanımı gereği siyasetle ilişkili değildir çünkü bir dış tezahüre ihtiyaç duymaz. Epictetus’un “yaşama ilmi” de insanın hiçbir kudretinin olmadığı dış dünyayla keyfince düzenleme yetisine sahip olduğu “ben”i arasında nasıl ayrım yapacağını bilmekten ibaretti. Antik Yunan’ın siyaset öğretisinin altını oyan bu Stoacı özgürlük anlayışı, Hannah Arendt’in de söylediği gibi, öncesinde deneyimlenmiş “dünyevi, elle tutulur bir gerçeklik olarak özgürlük durumu”nu gerektirir.[4]
Helenistik dönemin siyasi öznesi için özgürlüğün görünür olabileceği agora’da siyaset yapmak artık mümkün değildi. Özgürlüğün mekanı artık polis değil, bir soyutlama olan dünyadır (kosmopolites-dünya vatandaşı); Saint Augustinus’u önceleyen bu düşüncede özgürlük ilk kez metafizik bir problem olarak belirir. Hemen akıllara gelecektir: “Bir kadın olarak ülkesizim. Bir kadın olarak bir ülke istemiyorum. Bir kadın olarak ülkem tüm dünya.” Ne var ki Virginia’nın dünya vatandaşlığı Stoacı içe dönüşte olduğu gibi tarihsel bir kopuşla ilgili değildir, onunkisi içinde olduğu toplumla gerçek bir bağ kuramamaktan, yaşadığı dünyanın somut koşullarını bütünüyle kavrayamamaktan kaynaklanır. Üç Gine’de sözünü ettiği “eski bedensel iffet idealinden aklın iffetine dönülmesi” tam da bu noktada anlaşılır olur; şayet Virginia “aklın iffeti”nden değil de “iffetsizlik”ten söz etseydi, Orlando’nun postmodern akademik yorumcularını haklı çıkartacak şekilde, toplumsal cinsiyet rejimlerini aşındıran bir düşünce üretebilirdi.
Woolf’un yalnızca Kendine Ait Bir Oda’sının değil diğer yenilikçi romanlarının da alımlanmasındaki temel sorun onun “melankolik”, “modern”, “feminist” kimliklerin içine sıkıştırılmasıdır. Halbuki onun metinlerinde çoğunlukla ikircikli, ele avuca gelmeyen bir şey var. Sözgelimi, romana getirdiği eleştiriler, Viktoryen romanın hakikat iddiası taşırken yalnızca tekil bir gerçekliğin ifadesi olması, Woolf’un radikal bireyciliğinin bir göstergesi. Onun roman anlayışı, özünde toplumsal olan “gerçeklik”le değil, “sıradan bir zihnin günün herhangi bir anında aklından geçenler”, “önemsiz ya da sıra dışı olan sonsuz sayıda izlenim”le ilgileniyordu. Fakat öncüsü olduğu bilinç akışı tekniğinde, zaman zaman ânın olanca haliyle kendisini değil, başkaları tarafından algılanan şekliyle görürüz. Bu yüzden Woolf başlarda roman tekniklerindeki benzerlikten ötürü “dişi Joyce” olarak anılır fakat sonradan onun bu tekniği kendi lirik üslubuyla “harmanladığı” söylenir. Bu lirizmde ilginç olan, ânın Joyce’ta olduğu gibi Molly’nin kalçalarından sosisin ne kadar kızarmış olduğuna kadar gerekli gereksiz tüm ayrıntılarıyla değil, estetik bir filtreden geçmiş haliyle aktarılmasıdır. Mrs. Dolloway’in aklından geçen her şeyi bilmeyiz, yalnızca dinlenmeye değer, güzel görünen bir kısmını açar bize Woolf. Onun modernliğinde -ve aynı zamanda izlenimciliğinde- bir çeşit estetik süper-ego vardır; bu, Virginia Woolf’un hala bir yanıyla Viktoryen olduğunun kanıtı olarak okunabilir mi?
Woolf’un herhangi bir toplumsal harekete karşı müthiş bir inançsızlığı vardı; insan tarihsel bir özne olmak şöyle dursun, “hızlı, öfkeli, ustalıklı hayat”ın elinde savrulup gidecek kadar önemsizdi: “kalabalık kitleler (…) kendi denetimlerinde olmayan içgüdüler tarafından yönetilirler”.[5] Bu noktada Woolf ve Arendt benzer bir eğilime sahiptir. Malumun ilanı olsa da söylemeliyiz, toplumsal olandan, “kitle siyaseti”nden duyulan büyük korku, faşizmin yükseldiği savaş sonrası dönemin temel semptomlarından biriydi. Ne var ki Arendt’in “toplum düşmanlığı” kamusal alanın yeniden inşasına ve özgürlükle eylemin teoride de olsa eşlenmesine varırken Virginia’nınki reaksiyoner bir tutum olarak kalır. Geç Victoria çağını yaşayan Woolf görünüşe göre kamusal alanın baskı ve denetim mekanizmalarından sıyrılmanın yolunu “zihnin yaşamı”nda bulmuştu. Sokağa düşen “kötü kadın” ile evdeki melek “iffetli kadın” arasındaki sarkaçta gidip gelen toplumsal fanteziler midesini bulandırıyordu ve müşterek bir “iyi”ye inanmadığı için kendisini toplumsal olandan radikal bir şekilde kopardı. Oscar Wilde’ı hatırlatan bir şekilde Orlando’ya şöyle söyletir: “Toplum aynı anda her şey ve hiçbir şeydir. Toplum dünyadaki en güçlü yalandır”[6]. Woolf bu büyük yalana kulağını tıkarken aradaki bazı somut gerçekleri de görmemeyi göze almış görünüyor.
[1] Virginia Woolf, A Room of One’s Own. Harmondsworth: Penguin. s. 43.
[2] Virginia Woolf, A Writer’s Diary, 22 Haziran, 1928.
[3] A Room of One’s Own. s. 76.
[4] Hannah Arendt, “What is Freedom?”, Between Past and Future içinde. s. 148.
[5] A.g.e., s. 87.
[6]Virginia Woolf, Orlando. New York: Rosetta, s. 115.
edebiyathaber.net (31 Ocak 2020)