Kim bilir kaçımız şu ötemizde duran, medyanın parıltılarla sunduğu alelade yaşantılara özenmişizdir. Dergiler, magazin programları, dizilerde sunulan gösterişli hayatlar, gazetelerde çarşaf çarşaf yer alan konut ilanlarının gene göz alıcı hali… Ve bunların her biri de zenginleşmenin bir gösterisi olarak dillendirilir. Bunun üzerine siyaset inşa edilir.
Oysa biliyoruz ki ülkemizin ekonomik göstergeleri, milli gelir düzeyi “refah toplumu” ölçeğinde bir yerdeyiz demiyor. Yani, milli gelirin dağılımı/satın alma gücü öyle sanıldığı kadar geniş kitlelere dengeli biçimde ulaşmıyor. Ama bir “zenginleşme” hayali heyula gibi ortada dolaşıyor. Bunun da kapitalizmle oluşan yeni bir şey olduğunu söylemek isterim
Bugün, günümüz edebiyatında ülkemizin geçirdiği bu süreç ne yazık ki yeterince yazılıp anlatılamıyor. Birtakım kalıplar/şablonlar ve söylemlerle debelenip duruyor öykücümüz/romancımız.
Nicedir derslerimde ABD’li öykücü Flannery O’Conner’ı anlatıp öykülerini çözümlüyorum. Onu okuyanları gözünde etkileyici kılan, kuşkusuz, yaşadığı zamanın ruhunu gerçekçi biçimde yansıtmasından kaynaklanıyor. Sarsıcı, öğretici, düşündürücü, ufuk açıcıdır O’Conner.
Meksikalı romancı Carlos Fuentes’in dilimizde yeni yayımlanan son romanı Cennet’teki Âdem, O’Conner’ın 1950’lerin Amerikası’nın gerçekliğini yansıttığı gibi, o da yeni zamanın Meksikası’na bakıyor romanıyla.
Küreselleşme salgının bir virüs gibi ülkeleri kuşatan zenginleşme hırs ve gücü elde tutma pervasızlığının hayatın her alanını nasıl kasırga gibi altüst ettiğini de anlatıyor bir bakıma Fuentes.
Romanın anlatıcısı, aynı zamanda bu salgından payını alarak sınıf atlayıp yükselen avukat/yatırımcı işadamı Adán Gorozpe’dir. Geldiği yerin ne/neresi olduğunu anlatmaya başlar ilkin. Kendi konumundan, yükseliş öyküsünden söz eder. Evlilik yaptığı, medyanın gözdesi, ama onun için “vasat bir kadın” olan Priscila Holgiun, kendisini buraya taşıyan kişidir aslında. Holgiun, bir tür “medya maymunu”dur. Gösteriden gösteriye koşar durur. Adeta bir “marka”dır. Onun bu hali, Gorozpe’nin çekim odağındadır. Sınıf değiştirme, yükselme hırsı onu elde etme arzusuna dönüşür. Ülkenin kek kralının kızıdır aynı zamanda Priscila. Adan, ailenin gözdesi olmuş, aldığı işi ötelere taşımıştır. Diğer yanda ise saklı bir hayatı vardır. Yer yer bundan da söz ederek, ülkede yaşananlara değinir. Çevresini saran çürüme ve yozlaşmanın bir parçasıdır aslında. Sürüklendiği o yeri anlatırken küresel salgının Meksika’yı neye döndürdüğünü de dile getirir. Suçla beslenen bir toplumun gerçekliği bu anlatının aynasına yansır. Uyuşturucu kartellerinden cinayet şebekelerine, yozlaşan siyaset arenasından muhafazakar bir toplumun sıkışıp kaldığı cendereye kadar birçok olay/durum anlatının dokusunda yer alır.
Adán’ın L. İle yaşadığı saklı hayatı ise yaşanan bu tuhaf ortamın/ilişkinin neredeyse odağındadır.
Çağsayıcı bir bakışın romancısı olan Fuentes, Meksika’nın uzak/yakın gerçeği içindeki değişimini bu yükselme ve yozlaşma öyküsünde anlatır. Yaşanan zamanın ruhunu öyle derin bir kavrayışla yansıtır ki; tarih/bellek/bilinç/değişim/dönüşüm/kimlik/aidiyet; özcesi toplumun kabuk değiştirme öyküsü romanın ana örgüsünde okura yeni bir bakışla sunulur. Okurun anlatıcıya eşlik edişi, onun ara ara dönüp anlatının/romanın nasıl-neden yazıldığını vurgulayışı, hatta kendini de sorgulayıcı kılması Fuentes’in romanına hem ironik hem de post modern bir boyut katar.
Romanda karşımızda anlatıcı olarak duran Grozpe tipi, neredeyse tüm bunların yansıtıcı figürüdür. Bir yanda kendisinin sınıf atlama öyküsü, ötede ise toplumun küresel çağdaki dönüşümü… Siyaset- medya ilişkisi, uyuşturucu kartellerinin suça itilen toplumdaki egemenliği…
Fuentes bize bir bilinç yarılmasından söz eder. Kendi olma yolculuğunda sınıf atlama öyküsüyle bunu gösterirken, tuttuğu ayna öylesine çok şeyi yansıtır ki; biz orada salt Meksika’nın ruhunu görmez; küresel kapitalizmin toplumları neye dönüştürdüğünün tanıklığına çıkarız adeta.
Fuentes’in anlatı aynasına yansıyan, bir başka gerçeklik de edebiyat ortamıdır. Ailenin yazar olmak isteyen oğlu Abelardo, babasının gazabıyla karşılaşır bu seçimi yüzünden. Eniştesi Adán, ondan yana çıkar. Ve bir gün, girdiği edebiyat ortamını/yüzleştiklerini anlatır ona. Çünkü derdi orada şöhretli olmaktır. Ama “edebiyatın papası”nın çıkışları onu başka bir kıyıya iter. Sözünü de şöyle bağlar Abelardo: “Yazarları okumakla yetinmek lazım, yüz göz olunca tatları kaçar.” Sürüklendiği yer ise pembe dizilerde senaryo yazarlığıdır.
Yaşanan ortamdaki zamane zenginlerinin ruhu adeta televizyonlara yansır. Medya patronu Don Rodrigo Pola’nun karşısına geçen Abelardo, ilk dersini ondan şöyle alır: “Biz Meksikalılar ise sevgili Señor Don Abelardo Homgiun, dizilerimizde tartışma yaratacak tek bir konuya bile yer vermeyiz. Hep iyiler ve kötüler vardır. Fettan kadınlar vardır. Bazı çocuklar iyi, bazıları kötü kalpli olan aileler vardır. Ailenin en iyi kalplı küçük oğlunun gönlünü kaptırdığı fakir ama gururlu bir hizmetçi kız illa vardır.(…) Bu sınırları aşmayın, Señor. Senaryonun alt metninde Vatan, Aile, Din ve Devlet bulunmalıdır.”
Sayfaları çevirdikçe bir ân şaşırıyorsunuz, acaba Fuentes Türkiye’yi mi anlatıyor: “…bu düzen masumları ezerken suçlulara kol kanat geriyor. Hem de ne germek; çocuk yaştaki suçlulardan tutun zenginlere ve işadamlarına kadar herkes kodese tıkılıyor. Çete liderlerinin, uyuşturucu ve silah kaçakçılarının, haraççıların ve fidyecilerinse kılına bile dokunulmuyor.
Bütün bunları kabullenmek kolay değil, ne de olsa kamuoyu icraata aç olduğundan icraat görünce içeriğine bakmadan habire alkışı basıyor…”
Fuentes’in baktığımız bu aynasından neler görüyoruz? Romanın yazıp/anlatması gerekenleri. Bu da şunu gösteriyor: Romancının edebî belleğinin yanı sıra toplumsal/siyasal bilinci, birikimi, estetik duyumu, yaşamı tanıma görüsü kaçınılmaz. Bunlar olmadan roman da olmaz, romancı da olunmaz.
Carlos Fuentes’i estetik düzeyi yüksek bir romancı kılan yansıttığı gerçeklikleri anlatma biçimidir. Tarih bilinci ise zamanının ruhunu yakalamadaki ustalığını gösteriyor her zaman: sorgulayıcı, eleştirici, uyarıcı… Anlatı ustalığını ise romanın ayrıntılarına, yakaladığı metaforlara, mitolojiden taşıdığı simgelere bakınca daha iyi gözlüyorsunuz…
Cennet’teki Âdem, eğlenceli olduğu kadar düşündürüp sorgulatıcı bir roman.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (3 Aralık 2013)