Bir yazarın durum güncellemesi | Gönül Kıvılcım

Ocak 7, 2014

Bir yazarın durum güncellemesi | Gönül Kıvılcım

gonul-kivilcim-anasayfa

Durumlar hızla değişiyor, durum güncellemeleri de. Her durum bir sınır belirtir haddizatında bize, her durum güncellemesi ise değişen, alt üst olan, geçersizleşen ya da aynen devam eden sınırları.

Bir kıyı kasabasında, İstanbul’a kalkacak feribotu beklerken, zaman öldürmek için oturduğum kahvede tüm gençlerin ceplerindeki telefonları çıkarıp sanal alemde durum güncellemesine kalkışmaları, aklıma şu soruyu getirmişti: Ya bilmediğimiz, unuttuğumuz, daha büyüklerin gölgesinde kalan hayatlar ve sınırlar?.. İşte onlardan birkaç tanesini sizler için ben güncelledim.

Bir işsiz: İki lira şunun şurası, yerde bulsam almam demeyin. Kimse tahmin etmese de iki lira hayatı durdurabilir. Cebimdeki son parayı ekmeğe verdikten sonra benim sarı saçlı civciv aradı, dolmuşa atlayıp meydana gelseymişim, pazar gününü yanında geçirmemi istiyormuş. Ekmeği geri veremezdim, evdeki boş şişeleri bakkala götürsem hesapladım iki lira etmezdi. İsyan etmek geliyor insanın içinden. Masanın üstünde ekmek vardı, kulağımda onun sözleri. Canım seni özledim. Ya yok işte, kahrolası iki lira yok, karşı komşunun kapısını çalmayı düşündüm. Apartmanda yüzüme selam veren tek adam oydu, o da yeşilçam emektarıymış. Adama bankamatikler bozulmuş kusura bakmayın yalanını uyduracak, beş lira borç verip veremeyeceğini sual edecektim. İki kere kapıya yöneldim cesaretimi toplayıp, ama mümkün değil merdivenlere çıkamıyordum. Nihayet kapıyı açtığımda yıkıldım neredeyse. Paspasın üstünde adamın gazetesi! Okunmadan, katı bile bozulmamış duruyor. Evde kimse yoktu yani.

Çok satan kitaplar yazma hayali kuran yalnız bir adam: Amerikan yayınevlerinin kurduğu ortak bir platform, formülü bulmuş. Sadece çok yazmak değil çok satmak istiyorsanız, kahramanınız kadın olacak, kadınların bir kitabı baştan sona okuma oranı, erkeklere nazaran yüzde elli daha fazlaymış çünkü. Sonra aşk kitapta her şeye galip gelecek, kadınları tavlamanın garantili yolu, malum, aşk. Kitabın ortalama uzunluğu da 375 safya olacak… Işıksız bir sonbahar gününde bu tarifi okuyor ve yalnız bir kadının yaşayacağı aşkın içini doldurmak için notlar alıyorum. Listelerden inmeyecek bir roman düşünelim… O yalnız kadın benim gibi yalnız bir adamla karşılaşmaktan fellik fellik kaçardı herhalde. Asıl hayatı unutmuş, derbeder, yağlı saçlarla masa başında kelime kovalayan bir adamı kim ne yapsın? O zaman bir kadın çıkaralım karşısına. Değişik, gizemli bir kadın. Sarayda, dış dünyaya kapalı bir evrende iki kadın aşkı keşfeder. Lezbiyen bir aşktır bu, haremde herkes bilir ama göz yumar. Kadınlardan biri din değiştirmiştir, ötekinin hayatı ise sırlarla doludur. Birbirlerinden kopmamak için her şeye göğüs geren iki kadınının aşkı güç oyunlarının eksik olmadığı sarayda çalkantılara sebep olmaktadır. Zekâlarıyla ve güzellikleriyle etraflarındaki herkesi büyüleyen bu kadınların sırları geride bıraktıkları mektuplarla ortaya çıkar. Ne dersiniz sarar mı okuru? Kaç sayfa olduğuna mı bağlı? Ben pes etmem. Zaten ufukta yeni bir durum da yok. Bugün birinci bölümü bitiririm herhalde.

Bir emekli: Geçen gün kaldırımda yürüyor, etraftaki insanlara dikkat ediyordum. Emekli bir insanın hayatı hakkında neler biliyorsunuz, emin değilim ama büyük bir boşluktur bizimki. Televizyon, bulmaca, uyku, belki bir kitap, tekrar televizyon… Hele sevdiğin birileri de kalmamışsa yanında ne yaparsan yap saatler geçmez. O gün havanın güneşli oluşundan istifade şehirde uzun bir yürüyüşe çıkmıştım. Süt şişelerini toplamış, apartman görevlisi olduğu belli olan bisikletli bir adam birden önümüze fırladı ve zamanında fren yapamadığı için kaldırımda yürüyen kadına çarptı. Ben de gittim yanlarına, kaldırdık, zavallı kadın şaşkına dönmüştü. Yarası beresi yoktu neyse ki, tozları silkeledi, biraz toparlanınca yürüdü gitti. Kadın gittikten sonra adamın çenesi düştü. “Abi kaldırımda yürümesini bile bilmiyorlar”, dedi, beriki birkaç adım uzaklaştığında. Ya peki senin bisikletle kaldırımda işin ne be adam! Ama söylesen konu uzayacak. Eve dönüp çayımı doldurmayı, ayağımı pufa uzatmayı tercih ettim. Televizyonu kapatmamışım zaten, o hep açık.

Bir çoban: Bugün sürüdeki kırk dört keçiyle birlikte köyün yamacındaki ıhlamurluğa doğru gidiyoruz. Her şeyin başında iki keçi vardı, iki keçi dört oldu, dörtken sekiz oldu, şu çalılardaki kuşburnu meyveleri gibi çoğaldı hayvanlar. Sütlükahvesi var, zeytin tanesi gibi simsiyah olanlar, kendini kar tanesi zanneden yavrular… Kuşburnu demişken, anacığım “toplayıver, reçelini kaynatacam, babanın ağzındaki yaraya iyi geliyor” demişti. Onun ağzı iyileşiyor ama benim ellerin şeklini düşünen yok. Kuşburnu bu, çoban da olsan çiziyor adamı… Her işin derdi başka, bizim işin derdi de evin yolunu bilmeyişin. Çoban adamın hayatı yaylalarda, otlaklarda, dağlarda geçer. Haftada, on beşte bir eşyaları yıkamaya götürürsek, iki insan yüzü görürüz. Değilse, kurdun kurdun kuşun arasında insan giderek onlara benziyor. Dilsizleşiyor sanki. Dağlarda başka bir dil var çünkü, insanların bilmediği bir dil. Bazen telefon çalıyor ve düğmeye basasım gelmiyor. Ne der ki bir çoban? Aha koca dağ burada yalnız başına, ben de onu bekliyorum… Son güncelleme böyle burada.

İstanbul’da midye satan Mardinli bir göçmen: Ben midyecilerin baronu olarak siyah bela diyorum onlara ve bütün gün midye temizliyorum. Çuvalla alıyorum teknecilerden, çürüğünü, ufaklarını ayıklıyorum. Sonra merdaneli çamaşır makinesine atıyorum… Midyecilerin baronu olmak kolay değil, deniz nerede bol midye yapar bileceksin. Şimdi sen sınırdan geliyorsan, insanlar geldiğin topraklar zehirliymiş gibi bakıyorsa suratına, zehir biraz sonra herkesi öldürecekmiş gibi, çaren yok, midyeleri kayalardan elle toplamayı da öğreneceksin. İstanbul burası çünkü, bakarsın midye biter teknecilerde. Kalmamış derler midye, kalmamış he? Vallah kış da olsa dalacaksın o zaman denize, kendin toplayacaksın kara belayı. Ne vakit iç lastiği havayla doldurup, midyeleri dolduracağım fileyi de lastiğe bağlayarak denize dalsam, sınırı ezberleyerek geçmiş çocukluğum gözümün önüne geliyor nedense. Avaz, diye bağırıyor babam. Avaz asker mahalleye baskın yapıyor, koş annene haber sal. Anam, evde tuttuğumuz silahları damdaki kırşıkların arasına saklıyor. Bizim oralarda kuru pamuk saplarına böyle derler. Asker kapıya dayanınca Kürtçe kelimeler uçuşuyor havada. Annem önden dama koşup sapları sıklaştırıyor. Evdeki nüfusun yarısı askerlerin arkasından odaları dolaşıyor. Dama geldiklerinde annem güneşe bıraktığı salçayla uğraşıyor, dönüp arkasına bakmıyor. Yalnız bir ara pamuk saplarının arasından silahların karaltısını görüyor.

“Görünüyor, görünüyor,” diyor telaşla. Babam ses etmiyor. Annem yine “görünüyor” diye uyarıyor. Sınır ticareti, yani sizin deyişinizle, kaçakçılık yapan babam “sen işine bak” diye tersliyor anamı. Ben midyecilerin baronu Avaz, oturup düşünsem neler hatırlarım kimbilir… Ama daha çuvallar dolusu denizin tüm derdini toplamış midye beni bekliyor.

Kahvedeki gençlerin sanal alemde paylaştıkları ahvalleri malumum değildi. “Abi hayat kahvede başlar kahvede biter” yazıyordu belki bir tanesi. “Yalnızlığın mevsimi yok” demiş olabilirdi kızlardan şair olmaya özeneni. “Ulan hep aynı modda yaşıyoruz” deyip hafiften hava atıyordu kimbilir bir tanesi. Sonuçta herkes evine geri dönecekti; hayatın kendisi ise durum güncellemelerinin toplamından daha büyük bir şey diye düşündü, ekran ışığı söndüğünde kendisiyle başbaşa kalan yazar.

Gönül Kıvılcım – edebiyathaber.net (6 Ocak 2014)

Yorum yapın