Yıl 1948. O günkü Pakistan hükümeti ülkedeki etnik grupların farklı dillere sahip olmalarına aldırmayıp bir karar alır. Tek bir ulusal dil olmasına karar verilmiştir; Urdu dili. Bu durum, ülkenin özellikle doğusunda yoğunlukta olan Bangladeşlilerin protestolarıyla sonuçlanır ancak her “kudretli” devlet gibi, zamanın Pakistan’ı da bu protestoları bastırmayı bilir.
Fakat 1952’nin 21 Şubat’ında yapılan gösteride dört üniversite öğrencisi yaşamını yitirir. Yani dört genç, ana dili haklarını savunurken yaşamlarından olmuşlardır. Başlatmış oldukları mücadele ise dört yıl sonra sonuç vermiş ve Bengalce ülkenin resmi dillerinden biri olmuştur. Sonrasında Bangladeş bağımsızlığına kavuşmuş ve Bengal dili Bangladeş’in resmi dilidir. Bugün kutlanılan 21 Şubat Dünya Ana Dili Günü bir anlamda dilleri için yaşamlarını feda eden o dört gencin anısına hürmettir.
Ülkelerin hep doğusunda mı vardır bir şanssızlık bilinmez ama bizde de durum benzerdir. Türkiye’de yaşayan diğer tüm halklar da bir dile sıkıştırılmaya çalışılmış, çoğunluğun ana dili olan Türkçe diğer halklara dayatılmış, Türkiye Cumhuriyeti’nin Resmi Dili Türkçe olmuştur. Oysa Türkiye Cumhuriyeti’nde Türklerden başka Kürtler de yaşar. Ermeniler de. Rumlar da. Boşnaklar da. Gürcüler de. Araplar da. Lazlar da. Çerkezler de…
Bazen savaşarak, çoğunlukla sevişerek birlikte yaşar gideriz biz. Çeşitli coğrafyalarda çoğunluk, çeşitli coğrafyalarda azınlık olsak da ayrı değilizdir. Farklı kültürel kodlarımız vardır, farklı yemekleriz, farklı espri anlayışlarımız, farklı karakteristik özelliklerimiz. Bu çeşitliliktir bizi zengin kılan.
“Dil” bir kültürün en önemli unsurlarından biri, belki de en önemlisidir. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra çoğunluğun dilini kullanmaya zorlanmış farklı ana dillere sahip insanlar toplamıyız gerçekte. Dillerini unutturursak, kimliklerini de unuttururuz bu halklara demişler bizler için. Analarımız doktorlara derdini anlatamamış, yaşıtlarımız kendi dillerinde okumaya başladığında, bazılarımız daha öğretmenimize “günaydın” demeyi öğreniyormuşuz. Ne ana dilimizi unutmuş ne de zorunlu dili tam anlamıyla öğrenememişiz de iki dilin ortasında sıkışıp kalmışız. Bir dil “hapishane” iken ikinci dil üzerimize abanmış, ana dilimizi yok saymaya çalışmış ve bu yolda ölmüşüz biz de. Ana dili haktır diyerek noktayı koymuşuz da kanun yapanlar duymamış bizi. Yine de okumuşuz, yazmışız, anlamış, anlamak istemeyenlere usul usul anlatmışız metanetle.
Dört Bangladeşli çocuk ana dillerini kullanmak istediği için katıldıkları gösteride yaşamını kaybetmiş, bugün onlara hürmettir biraz da demiştik. Fakat illa ölmek mi gerekiyor dilimizi korumak için. Anadilinizin resmi dil/ dillerden biri olması konusundaki haklı söylemler bir yana, bizim okur ve/ve ya yazarlar olarak o dili korumamızın, yok olmasını engellememizin başka bir yolu da onu ısrarla kullanmaktır. Konuşarak ve yazarak…
Yazarak, elbette, çünkü yazı kalır.
Yasada belirtildiği üzere Resmi Dili Türkçe olan ancak topraklarında farklı dillerde “ana” denilen ülkemizde ana dili korumak dediğimizde kimimizin aklına Türkçe’yi güzel ve etkili kullanmak gelecektir. Söz konusu dil hangisi olursa olsun, bu geçerli ve doğrudur. Ancak azınlıkta olan ve her “azınlık” gibi hakkı teslim edilmeyen dilleri korumaya çalışmak kabul edilebileceği üzere çok daha fazla emek ve özveri istiyor.
Ana dilini korumayı ‘ mesele’ edinmiş olanlara kulak vermenin tam vakti değil mi?
Hatırlayanlar olacaktır, İzafi edebiyat dergisi eski sayılarından birinde “Etnik Edebiyatın Direnişi” adlı bir soruşturma yapmış ve ana dili sorununu ele almıştı. Yapılan soruşturmada Ermeni Edebiyatını temsilen sorulara cevap veren Pakrat Estukyan azınlık edebiyatının en önemli sorununun “tatminkar bir okur kitlesinin yokluğu” olduğunu ifade ediyordu. Estukyan dilbilimcilerin Batı Ermenicesini yok olmak üzere olan diller grubuna dahil ettiğini hatırlatarak not alınması gereken bir şey söylüyordu bizlere;
“Yok oluş eğer kaçınılmaz bir hal almış ise, işte tam o aşamada dahi, iz bırakmadan yok olmaya karşı direnmek edebiyatın şanındandır”
Yok olmaya karşı direnmek. Başından beri evirip çevirerek anlatmak istediğim tam da buydu. Okur kitlesinin olmaması bu yok oluşun nedenlerinden biri, hatta önde gelenidir. Bu dili konuşan insanların okumuyor olması, ileride yazılmasını da mümkün kılmayacaktır. Öyleyse, direnmesi gerekenler kimler ve nerelerdeler?
Estukyan, eserlerini Türkçeye çevirtmek zorunda kaldığını anlatmış ve “Ana dilimde yazdığım öyküleri ancak Türkçeleştirince bir yayınevinin ilgisini çekebildim” demişti. Ana diline sahip çıkan ve dahası kendisini etnik edebiyatın direnişinde bir militan olarak tanımlayan bir yazarın, eserini yayımlatmak adına başka bir dile çevirtmek zorunda kalması sizin kalbinizi burkmuyor mu? Yine de direniş demişti Estukyan; Kutsal Direniş. Ve eklemişti:”Yayınlanmayacağını bile bile ana dilimde yazacağım, sonra da Türkçeleştireceğim.”
Soruşturmaya cevap veren bir diğer edebiyatçı ise Türkçe yazan ancak Zazaca üzerine çalışmalar yapan şair Hasip Bingöl ise “edebiyatın en büyük ve yegâne meselesi, günümüzün kapitalist dünyasının ifadesiyle ‘müşteri’ yani bizim ‘okur’ dediğimiz meselesidir” diyerek okur sorununa dikkat çekmişti. Etnik edebiyat kavramı yerine minör- majör edebiyat kavramlarını tercih eden Bingöl, tüm zorluklara rağmen ana dilinde yazanların “Majör edebiyata dâhil olanların aksine edebiyata ve sanata yeni imkânlar kazandırdıklarını, çok sesliliği, aykırılığı hatta muhalifliği diri tutabildiklerini” de ekliyordu.
Şöyle bitiriyordu yazısını Bingöl;
“Eğitim sisteminin millîci bir anlayışla inşa edildiği ve damarlarına bu millîliğin zerk edilerek beslendiği ülkemizde, taze ve körpecik dimağların her gün ant ayinlerinin rahle-i tedrisinden geçirildiği militarist, milliyetçi / ulusalcı hatta ırkçı argümanların boca edildiği törenlerin kınanmadığı, hatta şoven söylemlerin giderek taraftar bulduğu bir yerde, resmî olanı hariç tutarsak, ‘etnik edebiyat’tın yaşam alanı bulması elbette zor ve bir o kadar da meşakkatlidir. Tanrım, susuyorum.”
Özetle, ana dilini korumak ve yaşatmak yazarların olduğu kadar okurların da zorlu görevi olmalı. Çünkü okunmayan, yazılmayan, konuşulmayan diller ölür. Zamanın geçmesini durduramayız, zaman ölür. Biyolojik ölüme henüz çare bulunmadı, biz ölürüz. Ancak dillerimizi yaşatmanın çaresi var. O çare biziz.
Bitirmeden bir kez daha diyelim, yazalım da.
Ana dili haktır.
Not: Bu makale ilk olarak bianet.org’da ‘Dil ile Direniş’ adıyla yayımlanmış ve Edebiyat Haber için genişletilip güncellenmiştir.
Sultan Komut – edebiyathaber.net (21 Ocak 2014)