Editörü Anlamak
Bugün halen bir editöre “ara eleman” gözüyle bakılmakta, editörlük herhangi birinin yapabileceği bir iş gibi görülmektedir. Bir gazete veya televizyon haberini dikkatle okuyup dinlediğinizde metnin kimin elinden çıktığını anlamanız mümkün. Seçilen sözcükler, vurgu, (varsa) yinelemeler, doğru/yanlış kullanımlar size metni yazan/okuyan göz hakkında ipucu verebilir. Bu dilin/Türkçenin doğru kullanımının yanı sıra ifade biçiminin de doğru olup olmadığını gösterir bize. Bu tür kuruluşlarda redaktörler bu iş için vardır. Ama biz eğer editörü bir redaktör gibi görürsek sapla samanı karıştırırız.
Çok önceleri gazetelerde “sayfa sekreteri” vardı, şimdilerde bunun adı “sayfa editörü” olarak anılmaya başlandı. Doğrusu yapıldı bence, ama gelin görün ki, bunu yazı takibi/başlık atma/gözden geçirip “fikir zaptiyeliği”ne indirgediğinizde editörlük yapmış olmazsınız.
Konunun neresine el atsak bir dolu sorun çıkıyor karşımıza görüyorsunuz. Gazetelerin konuyu bir dönem “iç eğitim”le çözmeye yöneldiklerini bilirim. Gene de, editörlükte usta-çırak ilişkisinin esas olması gerektiğine inanırım. Ama bunun yanında mesleki eğitim verilmesi gerektiğini de yinelemek isterim.
Yayınevi-Editör
Birtakım yayınevleri yeni yeni “dizi editörü” kavramına kendilerini alıştırmaya başladılar. Konuda yetkinlik önemli elbette. Burada bir iki örnek vermek isterim: Hilmi Yavuz’un denemelerini yayına hazırlayacak editöre dosyayı teslim ederken nelere dikkat etmesi gerektiğini notlarla verirken, öncelikle Yavuz’un başka kitaplarını da okuması gerektiğini hatırlatmıştım. Arkadaşımız adeta düzeltmenlik yapmış, Yavuz’un kullandığı birtakım sözcüklerin öztürkçelerini yazarak kendisine iletmişti. Sonrası malum.
Bir başka örnek, Erhan Bener’in yayımladığımız son romanı Çıldırtan Yağmurlar’la ilgiliydi. Romanı didikleyerek okuyan editör, uzunca notlar çıkarmış Bener’in önüne koymuştu. “50 yıllık romancılığımı bir editöre sorgulatmam,” diyerek tepki göstermişti, Bener.
Anlayacağınız netameli bir iş, meslektir editörlük.
Evet. Bir yayınevinde editörün asal işi yazarla/kitapladır. Gelen dosyaya şöyle bir göz atıp baskıya göndermek değildir işi tabii ki.
Onun dışında herkes yalnızca kitapla ilgilidir; onun basımı, tanıtımı, satışı ve pazarlaması. Kitabı “iyi” bir “nesne” haline getiren ilk dokunuşu/biçimlemeyi yapandır editör. Metin tümüyle onun gözünden geçtikten sonra, arka kapak yazısından tasarımcıya iletilecek bilgiye, ilan/reklam sloganından sunum önerilerinin metin bilgilerine kadar her şey gene onun kaleminden çıkar. Bir editör iyi bir okur olduğu kadar iyi yazı yazan biri de olmalı, metin kurmayı bilmelidir.
Yazar ona bağlı/bağımlıdır kitabını basılmış olarak eline alana dek. Redaktör, düzeltmen, tasarımcı da öyle.
Eğer editörünüz bu yetkinlikte/özgürlükte değilse yayıneviniz kan kaybeder, hatta ona gerek bile duymayabilirsiniz o zaman! Çünkü siz patron ya da yayın yönetmeni, hatta yazar olarak bildiğinizi okuyorsunuzdur.
Burada bir başka örnek vermek isterim: İyi bir editör Ahmet Ümit’ten dünya ölçeğinde bir polisiye/gerilim yazarı yaratabilirdi. Ama anladığımca onun ve yayıncısının öyle bir derdi yok!
Bilen bilir, Latife Tekin’i keşfedip edebiyatımıza kazandıran Memet Fuat’tır. Bunun öyküsü de bir o kadar ilginçtir.
Bizde yayınevleri daha çok “hazır yazar”/ “hazır kitap” ister. Yayıncılığı ciddiye alanlar ise bunun üzerinde daha çok çalışırlar.
Yinelemek isterim, yazarlıkta olduğu gibi editörlükte de usta-çırak ilişkisi önemli, halen de geçerli bir olgu bence! Ama yayın yönetmenliği için aynı şey söz konusu değil, kanımca! Bir veznedarın banka genel müdürlüğüne çıkışı görülmüş müdür bilmem; ama yayın pazarlamacısı biri bir gün pekala yayın yönetmeni olabilir. Bunu birilerini iğnelemek için söylemiyorum. Gerçekten yayın yönetmenliğine yüklediğimiz şu entelektüel anlam bugün dünyada geçerli değildir. Artık dünyada yayınevlerini, finans/pazarlama/dağıtım/tanıtım stratejileri/insan yönetimi, vb. bilgilerle donanmış kişilerin yönettiği bir gerçek.
Bir yayınevinin entelektüel birikimini sözünü ettiğim yayın dizi editörleri, bunların en yetkininin de içinde yer aldığı yayın kurulları belirler.
Faber Castell’in sekizinci kuşaktan temsilcisi/sahibi Kont Anton Wolfgang von Faber-Castell ile konuşurken şunları söylemişti: “Ben finans eğitimi aldım. Kalem üreten bir grubun başında olmam benim kalem yapmayı bilmemi gerektirmez. Bu grubu nasıl yönetmem gerektiği daha önemlidir. Bu işi yapanları seçip bünyenize katabilirsiniz, onlar da işlerinin uzmanlarıdır. Yarın benimden sonra bu yönetimi devralacak oğlum da finans eğitimi aldı.”
Altını çizmekte yarar var; yayın yönetmeni editör değildir. “Bunu da yapar canım,” hiç değildir. Bizde bu da sıklıkla karıştırılır. Bir yayın yönetmeninden editör çıkar mı? O zaman o koltukta oturmaması, editörlüğü seçmesi gerekir. Bir editör pekala yayın yönetmenliği yapabilir mi? Hayır! Ama “iyi editör”ü yetiştirebilir, bilmediklerini ona gösterebilir; yayıncılık mecrasının nasıl döndüğünü anlatabilir. Bu da elbette ki yazar/yapıt/konu seçimi, dizi oluşturulmasında editöre gerekli bilgilerdir. Editöre özgürlük ve olanak tanınırsa, iyi yönlendirilirse, onun gelişmesi yayınevi için de sinerjidir aynı zamanda.
Yayın yönetimi biraz da insan yönetme, kitap seçme, konu yaratma, dizi, takım/ekip kurma sanatıdır. O, pazarın kokusunu alandır. Evet, bir orkestra şefidir. Tarih editörünün ne yapması, kurmaca edebiyat editörünün ne yapmaması gerektiğini; bir editörün yazarla, bir yazarın editörle nasıl/niçin ne yönde çalışması gerektiğini bilen, bu bağıntıları iyi kötü kuran hazırlayandır.
Bizde yayıncılık halen kanonik bir anlayışla sürdürülmektedir. Takım kurma, yayın çizgisi oluşturmada da bu belirgindir.
Öyle ki, belli yayınevleri bilinen/bilinmeyen “eller”ce desteklenmekte, topluma “popüler (tıpkı televizyon dizileri gibi) kültür” enjekte etmek adına yönlendirilmektedir. Toplumun bütün sathına yayılmaya çalışılan İslâmî dalga, yayın sektöründe muhafazakârlık algısını iyice değiştirmek adına sübvanse edilir duruma gelmiştir.
Ayrıca “korsan” ve “yasal korsan”la “kara para”nın bu sektörde dolaşımda olduğuna kim itiraz edebilir artık?!
Yayıncılar Birliği, fuar şirketinin ardına takılıp fuar fuar gezinmektense dönüp sektörün bu sorunlarına baksa fena olmaz kanımca.
Yayınevleri Nasıl Bakıyor?
Büyük bir yayınevinin yayın yönetmenliğini üstlenen bir dostumla konuşurken, yönettiği yayınevinin belirli bir birikime eriştiğini, artık dar bir çevrenin yayınevi olmaktan çıkıp Türkiye’nin yayınevi olması gerektiğini söylemiştim. O da, editoryal kadrodaki yetersizliklerinden söz etmiş, bu konuda insan yetişmediğinden yakınarak; var olan kadrolarına belirli bir süre “editörlük dersleri” verip veremeyeceğimi sormuştu bana. Kuşkusuz bu bir yayınevi için olumlanacak bir şeydi. O dönem, bir süredir ders verdiğim Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde böyle bir seminer programı yapmayı tasarlamıştık.
Sait Maden’le uzun uzun bunun çerçevesini konuşup bu alanda nelerin yapılabileceğini planlamıştım. O, 1950’den beri kitap yayın/tasarım ve edebiyat dünyasının nirengi noktasında biriydi. Birçok konuda benim ustam olmuştu, ilk yayıncılık bilgilerimi ondan almış, görev üstlendiğim yayınevlerinde bana her konuda destek vermiş, yol göstermiş, yer yer uyarmış, öğretici olmuş biriydi.
Tasarımcısından matbaasına, yazarından ajans yöneticisine, çevirmeninden düzeltmenine kadar geniş bir yelpazede konuyu ele alıp editörlüğün işbirliği alanlarını/kişilerini de onlara gösterip editörlüğün ne olup olmadığını genel hatlarıyla anlatmayı düşünerek kapsamlı bir seminer programı hazırlamıştım. Yönetmen dostumdan ses çıkmayınca, bunu kapalı bir seminer olarak fakültede yapmakla yetinmiş, aynı zamanda bu bilgilerimi Bilgi Üniversitesi’nde dersler veren İpek Özel’in öğrencileriyle de paylaşmıştım.
Değindiğim gibi bu mesleğin bizde henüz bir okulu, üniversitelerde bunun eğitimini veren bir bölüm yok. Oysa iletişim ve güzel sanatlar fakültelerinde (ne yazık ki edebiyat fakültelerinde değil) başlı başına bir meslek dersi olarak bölümü olmalı editörlüğün.
Yayıncılığımız henüz sektörel kimlik kazanamadığı için yayıncılarımız bu konuya çok ciddi yaklaşmıyor. Editöre sıradan bir “eleman” gözüyle bakıyorlar henüz.
Yayınevlerinin çoğaldığı, yayın çeşitliliğinin günbegün arttığı şu ortamda telif kitap, dolayısıyla çeviri kirlenmesinden söz edip duruyoruz. Teknoloji de işimizi kolaylaştırdığına göre yayıncılığın belki de yapılabilecek en hafif/temiz/prestijli işlerden biri gibi algılanması insanları bu sektöre yöneltiyor çoğunlukla.
Oysa durum hiç de öyle değildir. Yayıncılık zor bir zanaat, ciddi bir iştir; üstelik hiç de hafife alınmayacak kadar. Bugün yayıncılık belirli bir kültür düzeyi ve donanım gerektirir.
Evet, belki de, ancak cahil cesaretiyle yapılabilir. Tutarsa, yürürsünüz. Kezban Akçalı’dan, daha başka ajans sahiplerinden dinlediğim öyküleri sıralasam kimin nasıl battığı, piyasayı dolandırdığı, kimlerin nasıl yükseldiğini görmek son otuz yıllık yayın tarihimizin ibret verici öykülerini çıkarır karşımıza.
Sözün Özü
Evet, sözün özü; birçok yayınevimiz editoryal saflaşmaya gitmiştir bugün. Ama çoğu işini de halen “fason üretici” gibi yürütmektedir, yani “dışarıdan”.
Yeni yazar yetiştiren, yeni ve parıltılı bir kitap çıkaran, bu alanda estetik olarak bir ekol yaratma derdinde olan yayıncımız bir elin parmak sayısını geçmez. Basım alanında bir okul olan Mas Matbaası’nın iki yayınevi; Kitap ve Helikopter yayınları bunun en güzel örneğidir. Kitabı bir kültür nesnesi olarak düşünüp tasarlayan, editoryal kimliğini de ürüne yansıtan bir anlayış hemen kendini gösteriyor.
Bugün yayınevlerimiz o fuardan bu fuara koşarak günü kurtarmanın, popüler kültürün değirmenine su taşımanın derdinde.
30 yıllık Can kapak tarzını değiştirerek “yeni”leştiğini kanıtlamanın peşinde. Oysa Can’ın buna değil, başka şeylere ihtiyacı var. Örneğin; kurmaca edebiyatın dışında entelektüel içerikli diziler, hiç basılmamış ya da unutulmuş klasik yapıtların özel basımları, yazar ağırlıklı klasik yapıtlar, kalıcı/sürekliliği ve çeşitliği olan biyografi/monografi dizileri… Kurumsal kimlik oluşturmuşsun, bu alanda birikimini kanıtlamışsın, yaparsın yeni bir “çoksatar” dizisi, bezersin kapağını günün istemlerine göre. Yenilenmek, çoğalmak için gereken bu değil. Gelen her yeni yayın yönetmeniyle yayınevi yüzünü değiştirmez, değiştirmemeli de. İçeriğin zenginleşmesine, yeni farklı dizilere/yazarlara/konulara evet; ama kendi marka yüzünü yitirmemeli hiçbir zaman.
87 yıllık Remzi, markası dışında hâlâ bir ekol/tarz oluşturamamış. Geçmişteki içerik ve birikimin çok gerisinde bugün. Bunun da editoryal yapının eksikliği, patronaj konumdan kaynaklandığını söylemek gerek.
Gene aynı yıllarda kurulan İnkılâp tam bir curcuna yayıncılığına dönmüş yüzünü.
30 yılını karşılayan metis, butikliğinden taviz vermeden gemisini dar alanda geleceğe taşıyor.
30. yıllarındaki İletişim ve Ayrıntı ise alanlarını genişletmekte.
Gelin görün ki; iki banka yayıncısı bu alandaki yer edişlerinde hâlâ kaygılı durmaktalar. Yani yazar/kitap toplama yayımlama kulübü havasından bir türlü çıkamamış, “büyük” görüntülerine karşın sektörün en temel sorunlarından biri olan dağıtım sorununun çözümünde, kitap kitabevinde satılır fikrinin yaygınlaştırılmasında, farklı kitap okuma kampanyalarında öncülük etmede edilgen durarak bir tür “kargo/market yayıncılık” yapmaktadırlar. Ve editoryal alanda ise çok yetersiz kalmışlardır. “Benim olan, işimi yapan iyidir” anlayışı, kol kola ilişkiler ne yazık ki burada da egemendir.
Ne yapmalı? Bu soruya yanıta gelince; yayıncılığın yalnızca kurmaca edebiyatla olamayacağı gerçeği artık bilinen bir olgu. Yayıncılarımız dizilerini çeşitlendirirken bunu asıl biçimleyecek editoryal kadrolarına önem/özen göstermelidirler. Dünyada bu işlerin nasıl yürütüldüğünü yakından takip etmeli, gerekirse dönüşümlü programlar hazırlayıp kendi editörlerini bir süreliğine ilişkide oldukları yayınevlerine gönderip orada deneyim kazanmalarını sağlamalıdırlar.
İyi kitap kötü kitabı kovar. Çeviride de öyle, yazarda da. Ama bunu ortaya çıkaracak olan yetişmiş editörlerdir.
Bugün yayınevlerinin ekol/okul/kurum yaratmak hedefiyle yola çıkarak “ne yapmalı” sorusuna yanıt aramaları gerektiğini düşünüyorum.
İlk aşamada yapılabilecekler için bir iki başlık;
*Editoryal dönüşüm projeleri,
*Üniversitelerde kitap yayıncılığı bölümlerinin yayın sektörüyle
işbirliğinin geliştirilmesi,
*Yazar/editör/yayıncı buluşmaları,
*Ortak atölye çalışmaları,
*Yayıncıların bu alanda “arama konferansı” yapması, bu
yöndeki sorunların masaya yatırılıp gündemleştirilmesi,
*Telif ajansları ile editoryal ilişkiler, vb.
*Kitabevleri ve dağıtımcılarla “ortak akıl” toplantıları…
Peki, bütün bunlara karşın bizde yayıncılık neden yeterince iyi yapılamıyor? Eksiklik nerede derseniz, sanırım bunu da tartışmaya açıp üzerinde ayrıntılarıyla konuşmak gerekecek sevgili okurum. Çünkü tüm kabahat “okur”un değil. Yayıncıların da dönüp kendilerine bakmaları/sorgulamalarının zamanı gelmiştir, bence!
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (4 Mart 2014)