Türkiye’nin seçimi Osmanlı’nın çöküş yıllarındaki arayışını andırır oldu. Neden derseniz, eğilimler iyice belirginleşti: Muhafazakârlık, milliyetçilik, batıcılık eğilimleri kendini gösterdi. Dahası bu alanlarda kutuplaşan politikalar Türkiye’nin bundan sonraki rotasını belirleyecek gibi.
Cumhuriyet tek tipleştirme yerine çokkültürlülük projesini hayata geçirebilseydi, sanırım bugün melez kimlikten/melez kültürden daha çok söz eder olacaktık. Bu da, elbette, Türkiye’nin zenginliğiydi.
Köy Enstitüleriyle yakaladığı bir gerçeği kültür ve eğitim hayatımızda sürekli kılabilseydi, tarım toplumu olan ülkemizin kaderi değişecekti.
Bugün siyasi partilerin aldıkları oy oranının bölgelere göre dağılımına baktığımızda, milliyetçi/muhafazakâr dalga Doğu ve İçanadolu bölgesindeki illerde yoğunluk kazanıyor. Yapılan bir araştırmada da bu bölge illerindeki kitap/gazete satış oranı, kitabevi ve tiyatro, sinema salonu sayısı düşük.
Sosyo-kültürel politikalar geliştiren yerel yönetimlerin başarılarının arka planı iyi irdelenmeli bence. Çünkü, orada (Ordu, Eskişehir, Bursa Nilüfer, İzmir Seferihisar, vb.) bunların başarılı olmaları, bir bakıma kentte/kasabada/köyde yaşayan bireyin kendi kendine hareket etme yerine ona sunulanlarla donatılıp kültürel/sosyal gereksinmelerinin neler olduğunun gösterilmesi, hatta bir adım da öteye giderek onları katılımcı kılan kültür politikalarıyla dış dünyaya açılmalarının sağlanması her birinin algı düzeyini yükselttiği gibi, insanca yaşamak düşüncesine de kapı aralamıştır.
Bu duruma “oya dönüştürme” çabası yerine ister “sosyal devlet anlayışı” ister “sosyal belediyecilik” ne derseniz deyin, o bölgede bireyi öne çıkaran elbette ki yerel yönetim felsefesinin bir sonucudur. Böylesi bir felsefe eğitimi destekleyeceği gibi, yeni yetişen bireylerin aile/okul/çevreden alabileceklerine de yeni olanaklar sağlayacaktır.
Sanırım, yoğun içgöçle başlayan anaforda kendi kendine bırakılan insanımızın kentlerdeki en temel sorunu iletişimsizliktir. Bu en azından işsizlik kadar önemlidir.
Sürekli bina yapmak, AVM donatmak, yol geçit açmak, çöp toplayıp su getirmek gibi şeyleri birer “eser” olarak sunan yerel yönetim anlayışı; düğün salonu/kültür merkezi adı altında rant getirecek mekanlara yönelmeye en çok bu dönemde başladı.
Görülen o ki; “kitapsız seçmen”in, okur-yazar oranı düşük taraftarın avlanması her zaman kolay.
Seçim sonuçlarının ülkenin demografik yapısındaki görünümüne baktığımızda gözlenen budur. Büyük kentlerin varoşlarındaki durum da aşağı yukarı Doğu-İç Anadolu’daki seyirden farklı değildir. Buralarda da bir tür gettolaşan “memleketçilik” anlayışı egemendir.
Şu da bir gerçektir ki; ülkemizde kişilerin bağlandığı durağanlıklar (din/gelenek/aile/çevre/cemaat vb.) halen geçerliliğini korumaktadır. Özellikle de muhafazakârlık ve milliyetçilik (etnik milliyetçiliği de buna katmalı) algısı üzerinden yapılan siyaset 1950’lerden beri etkisini sürdürmektedir.
Bugün, sosyal politikalar geliştirmek zorunda olan sol ve sosyal-demokrat partiler ülkenin sosyo-kültürel düzeyini, kültürel antropolojisini, sosyo-psikolojik yapısını iyi analiz etmek zorundadırlar. Ülkenin geleceğini kurmak, çağdaşlık bilincini yükseltmek için sadece seçimden seçime pragmatist çözümleri/popülist yaklaşımları gündeme taşımak yerine; uzun erimli politikalar için seferber olmalıdırlar kanımca.
Toplumsal tutumlarımızdan din-siyaset ilişkisine, ekonomik yapılanmamızdan etnik sorunlarımıza, tarihten gelen sorumluluklarımızdan küresel dünyadaki yerimize kadar her bir şeyi masaya yatırıp irdelemek zorundadır bu politikanın kurumları/aktörleri.
Bireysel farklılıkların giderek öne çıktığı, iç ve dış sorunların katmanlaştığı ülkemizde kültürel anlamda da çözüm bekleyen birçok gerçeklik karşımızdadır. Güncel politikaların kuralsızlığında kördöğüşüne meydan veren her yaklaşım, çözümsüzlüğün olduğu kadar sorunların büyümesine de su taşıyacaktır.
Bireysel ve toplumsal durumları algılamada, sorunların yerinde tespitinde yerel yönetimler neredeyse ilk durak. Toplumun genleri, hücreleri yaşadığımız kentlerde, kasabalarda, köylerde biçimlenir. Buraların yönetimlerine talip olup işbaşı yapanlar sanırım önce birer arama konferansıyla kendi yörelerinin en temel sorunlarını/gereksinmelerini belirleyerek işe başlamalıdırlar.
Hatırlarım, Yılmaz Büyükerşen, Eskişehir’de yerel yönetimi devraldığı o ilk günlerde, Dr. Oğuz Babüroğlu ekibine bir arama konferansı düzenletmiş, kentin her kesiminden insanı buna davet ederek önce sorunları/gereksinimlerin neler olduğunu belirlemeye, bunlar üzerine düşüncelerin dile getirilmesine olanak sağlamıştı. Sanırım, onun bugünkü başarısının arkasında bu ilk adımı vardır.
Eğer böylesi adımlar atılmazsa, “kitapsız seçmen”e siz ha bire düğün salonu, geçit yapıp, erzak dağıtarak ülkenin gelişmişliğine bir taş bile koyamazsınız. Olsa olsa, seçimden seçime oy deposu olarak gördüklerine döner; “hadi gereğini yapın” dersiniz! Yeni yerel yöneticiler bu kan kaybını önlemek için önce kültür politikalarının neleri içerdiğini bir bir anlatmalıdırlar.
O seçmen, kitabevisiz, sinema ve tiyatro salonsuz, kütüphanesiz bir semt; kültür merkezsiz bir kent/kasaba istemiyoruz demese de; siz bunun ne anlama geldiğini kurmak/öğretmek görevini de üstlenerek var etmelisiniz bunların her birini…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (8 Nisan 2014)