Hayatın anlamı nedir? İnsan yaşamının, felsefenin, edebiyatın ve sanatın en derin sorularından birini oluşturur belki de bu soru. Her şeyi anlamlandırma çabamız, anlam gerekliliğinin yaşamımızda hep yer etmesi ve de dönemler içinde bu sorunun ve cevaplarının değişik şekillerde kendisini var etmesi, hiç sonlanmayacak bir arayış durumu. Terry Eagleton’ın Ayrıntı Yayınları tarafından basılan “Hayatın Anlamı” kitabı, bahsettiğimiz bu sorgulamalar üzerine incelikli fikirler veriyor.
Eagleton’a göre hayatın anlamı sorunsalının basit bir yanıtı yoktur. Bu tıpkı bir Nazi askerinin çocuklarınızdan birini öldürmek için, kendisine teslim etmenizi istediği anda ne cevap vereceğinizi bilememek kadar yanıtı basit olmayan bir sorudur. Veya hayatın anlamını bilmemek belki de hayatın anlamının bir parçasıdır. Belki bizim varlığımızı devam ettirebilmemiz için de bu sorgulamaya ihtiyacımız vardır.
Birçok düşünür gibi Eagleton’da hayatın anlamıyla en keskin yüzleşebilecek tür olarak tragedyayı görür. Çünkü tragedya hayatın anlamı sorusuna en keskin yanıtları verebilen, insan doğası üzerine cesur bir düşünümdür. Sorulara cevap sağlamaz ancak size gerçeklikleri olduğu gibi göstererek yüzleşme sağlar. Ayrıca, tragedyalar size Sophokles’in Oidipous Tyrannos’taki kasvetli şu son yargıyı bildirir: “Hiç kimse ölünceye, sonunda acıdan kurtuluncaya kadar mutlu sayılmaz.”
İnsanı diğer varlıklardan ayıran, sorgulama yetisidir. Heideger’in “Varlık ve Zaman” kitabında üzerinde durduğu bu konu şöyle ifade edilir: “insan öyle bir yaratıktır ki varoluşun yalnızca belli nitelikleri değil, başlı başına kendisi onun için sorunsaldır. Çünkü insanlar kendi durumlarıyla bir sorun, ikilem, endişe kaynağı, umut ilkesi, külfet, armağan, yılgı ya da saçmalık olarak yüzleşebilen özgün hayvanlardır.” İnsanın bu durumunun en belirleyici sebebi ise; kendi varlığının sonluluğunu bilmesi ve ölümün gölgesinde yaşayan tek canlı olmasıyla açıklanabilir. İnsan fırlatıldığı bu dünyada acıyla, varlık ve hiçlik sorunuyla, anlamla ya da anlamsızlıkla boğuşurken, hep bildiği şey aslında bu sorgulamalarında anlamsız olduğudur. Yaşamının anlamının ne olduğunu bilse bile insan varlığının sonlu oluşu, aslında her şeyin anlamsız olduğu gerçeğiyle yüzleşmeye sebep olur. Ve belki de bütün bu sorgulamalar aslında bu gerçekle karşılaşmayı geciktirmek içindir.
İnsanın yaşamının anlamını sorguladığı anlar daha çok kriz dönemlerinde yoğunlaşır. Savaş, kıtlık, afet, katliam durumları, insanların çektikleri acı ve sıkıntılar, varlığının aslında bir hiç mi olduğu sorusuyla insanları baş başa bırakır. Heideger’in Varlık ve Zaman’da ortaya koyduğu argümanların, Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen tarihsel kargaşa döneminden bağımsız olmadığı gibi, Jean-Paul Sartre’ın Varlık ve Hiçlik kitabının İkinci Dünya Savaşı’nın ortasında yazılması tesadüfȋ değildir. Savaşlar, ölüm ve yok oluş insan için en katlanılmaz durumlardır çünkü Nietzsche’nin çok önceleri belirttiği gibi insan unutamayan bir varlıktır. Varoluş sıkıntısı, bellek yükü ve anlamsızlaşan yaşam, varoluşçuluk felsefesinin de sorunsallaştırdığı gibi, değersiz bir hayatsal duruma ve anlamsızlığa neden olur.
Eagleton ayrıca, insanın yaşamsal anlam sorgulamalarının dönemine göre değişiklik gösterdiğinden bahseder. Modern öncesi dönemde insanlar için bu soru belki bizim üzerinde durduğumuz kadar anlamlı olmamıştır. Bunun sebebi yalnızca dinsel inançların bu soruya tam anlamıyla hazır olmayışı değil, aynı zamanda toplumsal pratiklerin daha az sorunsal olmasıyla ilgilidir. Asırlık geleneklerin size sunduğu bir imkȃndır bu ve insan, yaşamının başkalarından farklı bir anlamı olabileceği üzerine düşünmez. Ayrıca din ve mitoloji aslında neyin önemli olduğunu size öğretmek için zaten oradadır. Modern dönem ise, insan hayatına özgü sembolik boyutu, değişmez bir şekilde kenara iter. İnsanın varlığını ve anlamını sorunsallaştırmasında önemli bir rol üstlenir. Çünkü modern insanlık durumu, onun varlığı için yaşamsal olan, üç alanı oldukça etkilemiştir. Bu alanlar; din, kültür ve cinsellik alanıdır. Bu üç alanın kamusal yaşam içerisinde gittikçe daha az yer kaplamaya başlaması insanın varlığında boşluklara ve sorgulamalara neden olmuştur. Bu dönemde din yalnızca kişisel vicdan ve bireysel kurtuluş olmanın dışına çıkarak; devlet iktidarı, kamusal ritüeller ve ulusal ideolojiler meselesi haline gelmiştir. Kültür insanların çalışmadığı zamanlarda zihinlerinin nasıl dağıtılacağı sorunuyken, cinsellik hısım, iktidar, miras, sınıf, mülkiyet ve statü kurumlarıyla iç içe geçmiştir. Sahtekȃr hocalar, şarlatan bilgeler, başarısız olmuş, daha geleneksel tanrıların dublörlüğünü yaparken, hayatın anlamına rehber olabilecek filozoflar beyaz önlüklü dil teknisyenlerine dönüşmüştür. Ve bütün bu yaşananlar modern öncesi döneme göre; modern dönem insanının anlam kaybına uğramasına ve yaşamın anlamı sorusunu daha da derinleştirmesine sebep olmuştur.
Modernizm sonrası dönemde ise yaşamın anlamı sorusu çoğul ve değişken bir hal alır. Ancak bu çoğulluğun da sınırları vardır çünkü hayat gibi genel bir kavram için bir anlam varsa, bu tüm insanlar için geçerli olabilecek bir şeydir. Lȃkin bu durumda, hayatın birden fazla anlamı neden olmasın ki? Çelişkisini beraberinde getirmiştir. Eagleton’a göre hayat bir tür doğuştan anlamlar çeşitliliğine de bürünebilir. Veya hayat da bizim gibi amacını değiştiriyor olabilir. Yani anlam ya da amaçlar değişebilir bu nedenle kesin, mutlak, herkesin eşit derecede ulaşabileceği bir hayatsal anlam durumu olmaya da bilir.
Kısaca yaşamın anlamı sorunsalı halen en derin sorularımızdan birisi olmayı sürdürüyor. Weber’in belirttiği gibi belki de dünyanın büyüsü bozuldu ve dünyanın büyüsünü bozan insan, yaşamda kalmayı olanaklı hale getirmek için, dünyadaki varlığının bir yalan olmadığına kendisini inandırmak için, hayatın anlamı nedir? Sorusunun peşini bırakmıyor.
Emek Erez – edebiyathaber.net (21 Nisan 2014)