Bir kenti yazmak biraz da belleğe sahip çıkmaktır. Ama bunun aynı zamanda bir anlama yolculuğu olduğunu söylemek isterim. Yazının ucuyla yaşadığınız bir kenti görme yolculuğuna çıktığınızda hem belleğin kapılarından geçer, hem de yeni bir bakış edinirsiniz.
Yazıp anlattığınız kent eğer çocukluğunuzun kentiyse, işte bu bambaşka bir anlam taşır. Yaşanmışlıklar, tanıklıklar, zamanın ruhu ister istemez gelip siner anlatınıza.
Bu pencereden bakınca bir kenti anlatmak hem çok kolay hem de zordur.
Bir Kentin Solgun Yüzü: Erzurum’la ilgili bir soru yönetmişti bir okurum: “Çocukluk cennetim dediğiniz kentte kalıp yaşasaydınız bu kitabı gene yazar mıydınız?”
Soru imini şöyle algıladığımı hatırlarım: “Yazabilir miydiniz?” Hiç duraksamadan, “Hayır” deyip şunları eklemiştim: “Uzaklaşıp o özlemi duymasaydım yazamazdım. Hem ben kentimle yazarak barıştım, biraz da yazdıkça tanıdım diyebilirim.”
Bu bir paradoks gibi gelse de ben bir kenti, o kentte doğup büyümüş, yaşamlarının bir bölümünü orada geçirmiş yazarların (özellikle de yerel yazarların) herkesten daha iyi yazıp, anlatabileceğini düşünürüm.
Yerel, Bölgesel Edebiyat Kaçınılmaz
Kültür/yazın ortamımızda “yerellik” biz de tanınmadığı/ne anlama geldiği bilinmediğinden küçümsenir. Oysa bir ülkede yerel/bölgesel edebiyat olmadan/oluşmadan o ülkenin edebiyatı evrensel bir çizgiye varamaz. Marquez’in evrenselliği ile Orhan Pamuk’un uluslararası arenadaki popülerliğini karşılaştırdığımızda sanırım yerel aidiyetin/kültürün belirleyiciliğini, etkinliğini daha iyi görebiliriz. Bu ayrı bir konu, ileride buna dair yazacağım.
Yalnız, şunu da söylemeden geçemem: Amerikan edebiyatında bu kanalın (bölgesel ve yerel edebiyatın) iki önemli temsilcisi vardır: William Faulkner ve John Steinbeck. Faulkner Mississippi’si, Steinbeck California/Salinas Vadisi olmadan var olabilir miydi? Tıpkı bizim Yaşar Kemal’in Çukurova’sı olmazsa olamayacağı gibi…
Yerelin kurucu dili, kültürel dokusu, tarihsel gerçekliği ve coğrafi zenginliği bir yazar için besleyici kaynak olmakla birlikte, aidiyetinin de tözünü oluşturur. Bir yazar yazdığı dile ait olduğu kadar yaşadığı/beslendiği coğrafyaya da aittir. Bu bilinmeden yazının kurulabileceğini sanmak eksikliktir.
Prag gerçeği, Yahudi kimliğinin kültürel değerleri/tarihsel gerçekliği olmasaydı Kafka var olabilir miydi? Fransa’nın yaşadığı yüzyıldaki ruhunu anlatan Balzac’ı var eden de o aidiyet değil miydi?
Rouen olmadan, oraya dönmeden Flaubert’i anlamak ne kadar mümkün? Petersburg’suz Dostoyevski’ye nerede bir kimlik bulabilirsiniz ki?
Bu nedenledir ki, kentleri en iyi yazarlar anlatır; hem de kendi yazarları…Böyle bir gelenek, ufuk açıcı bir yayıncılık anlayışı ne yazık ki bizde yeterince gelişmiş değil. Ama birazdan söz edeceğim çalışmalar, atılan birkaç adım bu açıdan umut verici geliyor bana.
Kenti Tanıma Yolculuğu
Kendi payıma tarihi/kültürü/insan dokusu yazılıp anlatılmış kentler hep ilgimi çekmiştir. Yüzümü böylesi bir yere döndüğümde kendi keşfime bu yazıların da eşlik etmesini isterim. Okumak istediğim kent el kitapları/kılavuzlar değildir elbette. Çünkü bunu kent planları/haritaları yeterince yapıyordur. Ama o kentin ruhunu anlatan metinler, anılar, tarihine dönük verili çalışmalar…
O kentlerin kimliklerine/karakterlerine yansıyan, dahası bunların oluşmasını sağlayan hayat/lar nasıldı, buna dönüktür öncelikli merakım bir kentin keşfinde.
Günümüz dünyasında şehircilik anlayışı/yerel yönetim bilinci bu nedenle daha anlam/değer kazanmaktadır. Geri kalmış toplumlar kurtuluşu kentte ararken, kenti nasıl yöneteceklerini de bilememekte, işe önce yağma ve yıkımla başlamaktadırlar. Tarımsal endüstriyi kuramadıkları, üretimle toprağa bağlanamadıklarından göçü bir kurtuluş olarak görmektedirler. Anadolu’nun 1950 sonrası demografik yapısına dönüp bakarsak bunun tipik örneklerini büyüyen/genleşen kentlerimizde pekala görebiliriz. Aşağı yukarı her otuz yılda bir yaşanan bu dalga, 1980 ve 2010 Türkiyesi’nde akıl almaz bir boyuta ermiştir. Kentler adeta yıkılıyor, tarihsel kültürel dokuları, insan malzemesi, yerel değerleri bir bir dönüşüme uğruyor. Yiteni kayda geçmek gibi bir hassasiyetimiz olmadığından, her yıkım yok oluşu getiriyor ister istemez.
İşte bu nedenledir ki, yerel yönetim biçimi/zihniyeti giderek çok daha önem kazanmalı kentler için.
Bence, her şey kentten geçer; kentte oluşur, biçimlenir.
Tarım toplumundan endüstri toplumuna geçişin ilk durağı, değer biçimleyicisi kentler değil miydi? Sanayi toplumunun üretim alanlarını, teknolojik ve bilimsel devrimlerini yapacak insanları var eden kaynaklar da gene kent merkezli değiller miydi?
Farabi’nin “fazıl şehir” dediği ora insanlarıyla kurulan, geliştirilen, korunan ve taşınandır. Bir ruhu, bir karakteri, “uzuv”ları olandır. Bir kalp gibidir de diyebiliriz. Ve o kalp yazıldıkça, tanımlandıkça anlamlanır, tarihe kayda geçer.
İyi kötü Osmanlı’dan günümüze kent monografileri/şehrengizler yazım geleneği vardır. Bu konuda yazılanlar kadar yazılmayı bekleyenler de çoktur.
Cumhuriyet’in 50. Yılında yapılan “İl yıllıkları” da o birikime dahildir. Bir tür “vilayet almanakları”, sicil kayıtları vb. ama asıl kentlerin ruhunu anlatan, edebiyat insanlarının kalemlerinden çıkan kitaplar yeterince yazılmadı. Kuşkusuz gezi/anı edebiyatı bunun önünü açabilecek bir kanal. Sanırım tüm bunların yeni yeni farkına varıyoruz. Kayda geçme, anlatma toplumun modernleşme algısını gösteren bir olgu. Deyim yerindeyse, “gecikmiş modernlik” öğreniliyor.
Geçmişteki seyahatnamelerde anlatılanlardan söz etmiyorum elbette. Örneğin, Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde gördüğümüz tarzdaki kent anlatımından…İzlenimler/gözlemler…Oysa kentin ruhunu anlatacak metinler, yaşanmışlığın izlerini taşıyan anlatılardır…Bir tür kent monografileri…
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’i (1942) bir ipucudur, hatta bir yazım örneğidir. Ahmet Turan Alkan’ın Altıncı Şehir’i de (1992) Tanpınar’a bir nazire gibi görünse de, onun açtığı yolu alıp bugüne getiren bir bakışı içermesi açısından dikkate değer bir Sivas’ı anlama/tanıma/ruhunu kavrama kitabıdır.
Kuşkusuz gezmek/görmek eğilimimiz gezi edebiyatımızı verili kılmıştır. Yazarlarımızın dönüp kentlerini, yaşadıkları yerleri anlatılarına taşıması yeni yeni beliren bir eğilim ve yayıncıların da destekleyip yönlendirmesi gereken bir çaba…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (13 Mayıs 2014)