Hiç kuşkusuz satın aldığımızda ruhumuzu zenginleştiren en önemli iki şey; yolculuk ve kitaplar. Aslında her yolculukta kendim dediğimiz insanla ilgili yeni keşiflerde bulunuyoruz. Belki de bu yüzden beni mücevherden ya da bir çift pahalı ayakkabıdan çok satın aldığım uçak bileti heyecanlandırıyor. Bana göre uzun uçuşlar, düşünmek, okumak, yazmak, kararlar almak ve hayal kurmak için sunulan müthiş fırsatlar. İşte bu yalnız seyahatlerden birinde Zelda- Scott Fitzgerald çiftinin sıradışı aşk hikâyesiyle karşılaştım.
Geçen yıl Aralık ayında New York’a giden uçaktayım. Sadece 20 gün sonra dünya bir yaş daha yaşlanacak ve 2014 yılına girecek. Kocaman uçak kapkara yağmur yüklü bulutların arasından New York’a inmek üzere hazırlanıyor. Nihayet uçak pistte duruyor ve kemer ikaz lambaları sönerek hoparlörlerden iftar müziğini andıran bir müzik yayılıyor. Bu müziğe çok bayıldığım söylenmez ama bu kez nedense tasavvufun sembolü ney sesi içime işliyor. Uçaktan inip beni New Orleans’a götürecek iç hat uçuşuna doğru trenle başka bir istasyona gidiyorum. “Jetblue” adlı havayolu Amerika iç hat uçaklarına göre şaşırtıcı derecede iyi. Yaklaşık 3 saat yolumuz olduğunu söyleyen kaptanın anonsundan sonra koltuk arkasına konulan dergiyi karıştırmaya başlıyorum. Dergide Kyra Stromberg’in “Zelda- F. Scott Fitzgerald: Aşklar ve Çiftler” adlı kitabı ile ilgili yazılmış bir makale dikkatimi çekiyor. Makalede Zelda Fitzgerald, “Başarılı bir erkeğin hayatını mahveden kadınlara en iyi örnek” olarak tanımlanıyor. Bu acımasız giriş cümlesini yazanın Zelda Fitzgerald’a karşı önyargılı bir erkek olduğunu düşünüp tüm makaleyi okuyorum.
Asıl adı Zelda Sayre. The Great Gatsby romanı ile 1920’ler Amerika’sının en başarılı portresini yapan yazar Scott Fitzgerald’ın asi karısı. Romanlarına ilham veren parlak ışığı. Yaşamını dilediği gibi, hiçbir norma uymadan yaşayan çılgınlık abidesi ve belki de ilk gerçek “flapper”.
24 Temmuz 1900’de Alabama’da doğan Zelda annesinden aşırı sevgi görmesine karşın yargıç olan babasından hemen hemen hiç ilgi görmedi. Çocukluğu bu iki uç duygu durumu arasında geçti.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru tanıştığı yazar Scott Fitzgerald ile tutkulu bir aşk yaşadılar. Sanata ve edebiyata düşkün, zeki ve cazibeli bir kadın olan Zelda Sayre’ı etkileyen, Fitzgerald’ın karizmasından çok yazma yeteneğiydi. 1920’de evlendiler ama evlilikleri boyunca kavga eksik olmadı. Fitzgerald onun başkalarıyla flört etmeye açık olmasından rahatsızlık duyarak kıskançlık krizlerine girdi. Birbirlerini hem çok sevdiler hem de ta başından beri rakip gibi gördüler. Kendilerini de, yaşadıkları ilişkiyi de öldürmek istercesine alkol, sigara ve çılgın partilere bağımlı hale geldiler. Hem ünlü, hem de böylesine yıkıcı bir ilişki yaşadıkları için haliyle basının gözdesiydiler. Çoğu zaman yalan yanlış haberlerle basına bulunmaz malzeme oldular.
İlerleyen senelerde Scott Fitzgerald çok başarılı kitaplara imza atarak ününe ün kattı.
“Benjamin Button’ın Tuhaf Hikâyesi”, “Güzel ve Lanetlenmiş”, “Muhteşem Gatsby”, “Son Düş” gibi başlıca romanları filmlere de uyarlandı. Bu başarılı romanlarda elbette yarattığı karakterlerde Zelda’dan ilham alması dikkat çekiyordu. Bazı karakterlerin sözleri Zelda’nın gerçek hayatta söylediği sözlerin aynısıydı. Zelda kocasını yarı sitem yarı alay dolu sözlerle doğrudan fikir çalmayla suçluyordu. Buna rağmen senelerce Scott Fitzgerald karısından kopya çekmeye, Zelda da buna izin vermeye devam etti.
Scott Fitzgerald peş peşe yayınladığı kitaplarla muhteşem bir başarı elde etmesine ve özellikle kadın hayranlarının çoğalmasına rağmen bir türlü mutlu olamıyordu. İçindeki eksiklik duygusu giderek büyüdü. Zamanla alkole daha bağımlı hale geldi. En az onun kadar mutsuz olan karısı Zelda ile ne birbirlerine yaranabiliyor ne de birbirlerinden vazgeçebiliyorlardı.
Bu dönemlerde Ernerst Hemingway de, her fırsatta Scott Fitzgerald’ın büyük bir yazar olduğunu söylüyordu. Bir müddet Hemingway ve Fitzgerald’ın aralarından su sızmadı. Beraber içip beraber sızan iki büyük yazar basında da çok konuşuldu. Ancak Zelda şişkin bir egosu olduğunu düşündüğü Hemingway’den hiç hoşlanmadı. Hemingway’i hep kadınlara karşı çok önyargılı ve fazla maço buluyordu. Nitekim karısından vazgeçemeyen Fitzgerald, Hemingway’le dostluklarını bitirmek zorunda kaldı.
İlerleyen yıllarda çiftin bir kızları olduğunda hayatlarına bir süre yeni bir heyecan geldi ama bu bebek her ikisi tarafından çok sevilse de, ilişkilerini yumuşatmaya yetmedi.
Zelda Fitzgerald hep kocasından bağımsız bir uğraş aradı kendine. Baleye olan merakının ardında biraz da böyle bir arayış vardı. Ancak kocası onun baleye olan ilgisini vakit kaybı olarak görüp her fırsatta aşağılıyordu. O da giderek kocasının yazıya ayırdığı zamanı kıskanmaya başladı. Kocası yazarken türlü çılgınlıklarla dikkatini dağıtmaya çalışıyordu.
1930’da, uzun ruhsal bunalımlardan sonra Zelda Fitzgerald şizofreni teşhisiyle hastaneye kaldırıldı. Tam on sekiz yıl sürekli psikolojik tedavi görerek geçirdi hayatını. Klinikte kaldığı sürede üretkenliği kamçılandı, sürekli günlükler, hikâyeler ve mektuplar yazıyordu. Burada yazdığı “Save Me the Waltz” adlı romanı edebiyat çevrelerince çok başarılı bulundu. Bu dönemde resme de ilgi duyarak birbirinden iyi soyut resimler yaptı.
Scott Fitzgerald ile sadece ziyaret günlerinde buluşabiliyorlardı. İlaçlar, doktorlar ve zor tedavilerle geçen yıllar bile onları koparamıyordu. Birbirinden değerli romanlara imza atan Scott Fitzgerald, 1940 senesinde aniden geçirdiği kalp krizinden dolayı öldü. Zelda Fitzgerald ise sekiz yıl sonra Kuzey Carolina’daki bir akıl hastanesinde çıkan yangında hayatını kaybetti. Ancak zaman içinde Zelda Fitzgerald’ın zekâsı, sanata olan ilgisi, yazma yeteneği ve Scott’a olan derin bağlılığı onu her dönemde konuşulur biri yaptı.
Uçak, caz’ın başkenti New Orleans’a doğru alçalmaya başlarken caz çağının başlarında yaşayan ve ikisi de genç yaşta ölen bu çiftin geride ne çok cevaplanmamış soru bıraktığını düşünüyorum. Birbirlerini bu kadar yıpratmasalardı ikisi de geride daha çok sayıda iyi eser bırakmaz mıydı? Bilemiyorum. Belki de birbirlerini bunca zorladıkları için yazabildiler, kim bilir…
Zuhal Demirarslan – edebiyathaber.net (7 Ağustos 2014)