Hülya Yetişen, Suzan Samancı’yla Edebiyat, Majör/Minör dil, Kürt edebiyatı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi. İki dil arasında olmanın nasıl bir duygu oluşturduğunu, bu bölünmüşlüğü nasıl deneyimlediğini ve yaşadığını; Dünyada insan varlığının en çok baskılandığı coğrafyalardan birinde yazar olmanın olumlu olumsuz yanlarının neler olduğunu konuştu.
Hülya Yetişen: Yazın ve edebiyat merakı sizde ne zaman hangi yaşta başladı? Edebiyatın yaşamınızdaki yeri nedir?
Suzan Samancı: Biricik sorudur bu, yıllarca hep yanıtladım; yazar doğulur mu olunur mu gibi temel soruyu bu bağıntı da ele alırsak o vazgeçilmez yanıt “küçük yaşlarda” olacak haliyle; ironiye dönüştürdüğümüz bu gerçekliği yabana atmamak gerekir aslında. İnsanı yazmaya iten nedir, neden bazı insanlar küçük yaşlarda okumanın tadına varıp bir şeyler karalamak ve çizmek ister, bu eyleme iten etkenler ve dürtüler nedir? “Bazı insanlar sanatçı tözüyle doğar” söylemine inanırım, çevresel koşullar, kişinin kararlılığı ve istemi de sanat serüvenine yöneltir. Yazarların çoğu mutsuzluktan yazdıklarını söyler, peki her mutsuz insan sanata yöneliyor mu, bu kararlılığı ve zorluğu göze alıyor mu? Doğanın en güçlü varlığı olan insan, çok karmaşık bir varlık, gerçekliğe ve nedenlere giden yollar bir değil, bir çoktur, sadece hakikat biriciktir.
Yazma serüvenine ilkokul çağlarında okumaya aşırı düşkünlüğümle başladım, öyle ki annemin hep aynı saatte yatma disiplinine ve otoritesine karşı çıkamaz, penceremi aydınlatan ay ışığında ya da odanın penceresini karartarak okurdum. El yazısıyla yazıp magazin gazetelerine ve dergilerine gönderdiğim şiir ve hikayelerimin büyük bir heyecanla yayınlanmasını beklerdim, yazı işlerinden aldığım yanıt: çok yetenekli olduğumu yayınlanabilir düzeye geldiğinde severek yayınlayacaklarını dile getirirlerdi her seferinde. Kitap edinmek için kütüphaneleri alt üst eder, kitap okuyanlarla dostluk kurar, biriktirdiğim harçlığımla soluğu kitapçıda alırdım, başımı okşayan kitapçı “Bunları sen mi okuyacaksın küçük hanım?” deyişine, “İnanmıyorsanız okuduklarımın hepsini anlatabilirim?” diyordum.
Yetmişli yılların ortasında Diyarbakır’a döndüğümüzde lise yıllarında yazarlığı temel meslek olarak seçmeye karar vermiştim. Kitapların o büyülü dünyası beni benden alıyordu, kendime ait bu dünyadaki yolculuğumda mutluydum, on altı yaşlarında Simone de Beoveoir’i okuduğumda kendimi ve kadınlığımı keşfettim. Uzaklara, özgür, güçlü bir kadın yazar modeli çizdim ona mutlaka ulaşmalıyım dedim. Tabii Kürdistan’ın şehr-î Diyabekir’inde Amed’de yaşıyordum, kadındım, toplumsal baskıya devletin baskısını da eklersek yok edici üçlü bir kıskaç insanın hayallerini darmadağın eden bir gerçekle karşı karşıya getiriyordu. “Yazmak istiyorum” dediğimde, “Hadi oradan sen de, öyle kolay mı?” diyen inançsız bakışları belleğime kazırken, kendime olan inancımı hiç kaybetmedim. Deliler gibi yutarcasına okurken, Diyarbakır’daki “Hürriyet Gişesi ve Umut Kitapevi”nden tüm edebiyat dergilerini alıyordum, aylık dokuz -on dergi izliyordum. İlk toplu şiirlerim: Sanat Olayı (85, 86, 87 yıllarında) dergisinde yayınlandığında, biraz da olsa şairim demiştim, o yıllarda Diyarbakır’a söyleşiye gelen Bekir Yıldız ile konuşmamda B.Yıldız, “Şiir dosyanız varsa, yayınlanmasında size yardımcı olabilirim” dediğinde, ürkmüş, “Bir kitabın sorumluluğunu alacak kadar yetkin görmüyorum kendimi” demiştim. O dönemlerde şiire yoğunlaşmam kendime ait dilimin temellerini oluşturdu diyebilirim. Böylesine bir sevdaya tutkuyla bağlıyken, “Edebiyatın yaşamınızdaki yeri ne ?” sorusuna, edebiyat: ruhumun oksijeni, yaşama sevincim, özgürlüğe giden yolum, sonsuz evrenim ve biricik sevgilim. Yazmak geçmişi özümsemek ve geleceğe bakabilmektir. Eskinin şerbetiyle ruh sulanmadığında aydınlığı görmek imkânsızdır. Bunun için de irade, cesaret ve sabır gerekiyor. Beni yazıya iten neden: özgürleşme isteğim ve mutsuzluğumdu, her mutsuz olanın yazmaya yönelmeyişinin farklılığına tutundum, bu tutunma kolay olmadı, salt sezgisellik ve yeteneğin yetmeyeceğini çok erken yaşlarda kavradım, özelin nesnele evrilmesi, gerçekliğin kılık değiştirerek estetik bir sese dönüştürebilme yolculuğu uzun erimli bir yolculuktur, bu yolculukta kaç kez geri dönmek istedim, ama geri dönemedim. Ve insan ne denli toplumsal olursa olsun, kendini oluşturma ediminde yapayalnızdır, bu yalnızlığın içsel yoluculuğunu göze alamayan gerçek anlamda aydınlanamaz. İçtenlikle kendi değerlerine tutunurken, evrenselliğin halesinde gezinmek büyük eser yaratma zeminini oluşturur.
Hülya Yetişen: Sizce bir metni edebiyat yapan asıl öğe nedir?
Suzan Samancı: Elbette dildir, ne anlatılırsa anlatılsın bir metnin estetik ve sanatsal ölçütünü belirleyen dilin yetkinliği, ustalıkla kullanılışı ve özgünlüğüdür. İnsan tarih boyunca kendisini dönüştüren bir tarihsel varlıksa ve her birey dilini ait olduğu toplumdan ediniyorsa, dil, duyularımızın ve düşüncelerimizin uzantısıdır, oluşumudur. Dil iletişimdir ve ancak dili olanın tarihi vardır; dili olmayanın tarihi de olamaz. Eğer kişinin bilincini ve bilinçaltını yaşadığı toplum belirliyorsa, gerçekliğin yerini alan imgeler yoğunluğu ile dünyayı daha şiirsel ve coşkusal olarak özümseriz; bu özümseyiş bilgiden daha sonsuz, daha derin ve daha çok katmanlıdır, işte bu katmanda oluşur dil bilinci, ilkin anadil, sonra çevrenin sesi, rengi, ritmi ve beslenilen kaynaklar dilin matematiğini, müziğini oluşturur. Dil edebiyatın magmasıdır, edebiyatın çekirdeğidir, bu çekirdekte saklıdır her şeyimiz, Sanatsal algı bir bilinç işi olsa da, salt “Dil bilinci”ne takılıp içerikten yoksun metinleri hormonlu, güzel ve göz alıcı meyvelere benzetirim. İnsana dair olan her şeyi estetize ederek, üç yüz, dört yüz sözcüklük “sokak ve ev dilinin” ötesine taşıyabildiğinde, sözcüklerini uzayın sonsuzluğuna gönderip sözcüklerin dansı öğrenildiğinde büyük edebiyatçıların dünyasına yelken açılabilir.
Hülya Yetişen: Kitaplarınızda söz vurgusu oldukça öne çıkıyor. Yazın dünyasında sözle yazar arasında nasıl bir ilişki var? Bir yazar için kitap neyi ifade eder?
Suzan Samancı: Hiç bir yazarın yazdıkları rastlantısal değildir ve her yazarın bir sözcük dizimi vardır, bu söz dizimi yaşanılan toplumda ve coğrafyada şekillenir, farklı kültürle beslenmek güçlü bir alt yapı sunduğu gibi, dinamik bir özgünlük de kazandırır. Kendi anadillerinde yazamayan yazarların eserlerinde damıtık, vurucu, hatta örtük bir dil kullanmaları, bilinçli bir tercihten öte, yaşadıkları lengüistik dramdır bence, dahası yazmak zorunda kaldıkları egemen dili yazınsal anlamda çok iyi kullanmaları bir tesadüf olabilir mi? Dikkat edilirse Kafka, J.Joyce, S.Backett’in monologa ve bilinçakışına yönelmeleri ana dillerinde yazamamaları ve öteki olmalarının payı yok mudur? Sözcüklerde ulusal kimlikler gizlidir, kendini inkâr eden bir bilinç bile kurtulamaz sözcüklerin gücünden. Nasıl ki her coğrafya, her iklim farklıysa her iklimin ve coğrafyanın oluşumuna neden olan etkenler varsa, yazılanların ve sözcüklerin oluşumunu da yaşanılan yer belirler. Örneğin: Dengbej kültürü ve masallarla beslenenlerin söz dizimi uzun olur, Yaşar Kemal buna en iyi örnektir. Yalnız ve izole yaşayanların sözcükleri kısa ve vurucu olur.
Bir yazar için kitap her şeydir, sevdiğim kitaplar en iyi arkadaş ve dosttur benim için, kitap kokusundan daha cezbedici koku var mıdır? Beyinsel şehvetin tadına varanlar kitapların büyüsünü çok iyi bilir, birer mistik ve de marjinaldirler; dünyayı güzelleştiren ve değiştirenler marjinallerdir önünde sonunda. Bir yazarın kitap çıkarma serüveni: Gebelik ve doğumdan sonra, çocuğunun büyümesine tanıklık etmek, sonrası kitap iyi bir kitapsa bir başına varolan özgür bir birey gibi varlığını kanıtlamıştır artık ve kitap yayınlandıktan sonra yazarın değildir.
Hülya Yetişen: Türkçe yazan bir Kürd yazarısınız. Son dönemlere kadar öykülerinizi, romanlarınızı hep Türkçe yazdınız. Şimdi Kürdçe de yazıyorsunuz. Kürdçe ve Türkçe yazmak, duygu ve düşün dünyanızı nasıl etkiliyor?
Suzan Samancı: Neden Kürdçe yazamadığımızın nedenlerini yinelemeye gerek yok, yaşadığımız savaş ve acıdır bunun yanıtı. Dil yaşayan canlı bir organizmadır, kullanıldıkça doğurganlaşır, yapılanır, kamusal alanda özgürce kullanılıp eğitim dili haline gelirse, bir üst boyuta geçip estetikleşir, sanatın yüksek dilini dokumaya başlar. Dili yaşatan dinamizm ve özgürlüktür, özgürlüğün olmadığı yerde dil kan kaybeder, ışığı ve oksijeni az olan dil ise marazi ve kör bir şekilde yaşamını sürdürür. Kürd dili Mezopotamya’nın en eski dillerindendir, çok güçlü bir damardan doğduğu için, bunca yasağa ve kırıma karşın direnip, kendi kültürünü yaratabilmiştir. Türkçe ile beslendiğimiz halde Türkçe yazarken bile dil bilincinin oluşması kolay değilken, kendi anadilimde yazmaya cesaret edemedim, bu cesaret edemeyiş: dili ve edebiyatı fazlasıyla önemseyişimdi, çalakalem yazmak ürkütüyor. Yıllardır Türkçe yazarken, hazırlık yapıyor okuyordum, doksanlarda Kürd Dili bir ölçüde serbestleşirken, hızla çeviriye ağırlık verildi, Kürd Dil bilimcileri daha yetkinleşti. İnsanın anadilinde yazması çok farklı bir duygu ilk öykü kitabımı yazarken nasıl da şaşırdım, Cenevre Bastion Üniversitesi Kütüphanesi’nde günde sekiz dokuz saat çalışarak dört ayda yazdım, yazarken tüylerim diken diken oluyordu, emanet olmayan rahat bir ayakkabıya kavuşmanın hazzını yaşarken, yolumun uzun ve sonsuz olduğu gerçeği de kaygılandırıyor doğrusu. Özgürleşen toplumlar anadilde eğitim görenler ve dillerini koruyanlar olmuştur; anadil varoluştur elbette.
Kültürler birbirlerini öylesine etkilerler ki, bir kültürün nerede başladığı ve ötekinin nerede bittiğini söylemenin anlamlı bir yolu yoktur; aralarında muazzam bir iç akışkanlık vardır; böylesi bir akışkanlık kuşkusuz kültürler arası çeşitlilik, kültür içi çeşitlilik kadar, insan hayatının zenginliğine katkı yapar. Bir kültürün içindeki çeşitliliğin değeri her birey için daha fazla seçenek sağlamasında ve seçim ufkunu genişletmesinden gelir.
Hülya Yetişen: İki dil arasında nasıl bir bölünmüşlük yaşıyorsunuz?
Suzan Samancı: Bu bölünmüşlük ve yarılmışlık somut gerçeğimizdir. Türkçe ve Kürdçeye bir de Fransızca ile ilişkiyi eklersek, benliğim üç dilin kuşatması altında. Ne yaparsak yapalım ne bilinçaltının karanlık odasında kıpırdayan, bastırılmış korkularımızın dolaylı ilişkisinden kurtuluruz; ne de yargıç rolünü elden bırakmayan üstbenlikten. Yazarken ne üst benimin ayrımındayım ne de bilinçaltımın. İç dünyamın her türlü çatışmasının daha çok sezgisel ve kendiliğinden yansımasından yanayım. Farkında bile olmaksızın anlatılan her şey toplumu anlatmaktadır. Böylesi bir yaratım sürecinde zorlama olmaması, daha güçlü ve daha içten eserlerin çıkmasına neden olur. Toplum, kendine ait sanat dilini ve akımını oluştururken, şimdiki ânı yaşar. Ânın ve oluşların önüne geçmek de imkânsızdır. Bölünmüşlüğün patolojisini edebiyatın psikanalistçileri yapmalı; acıyı ve travmayı çok iyi tanıyan bir kuşak yetişiyor, acının aklı, travmanın hayali büyük olur.
Hülya Yetişen: Eserlerinizde sıkça acıya/acılara vurgu yapıyorsunuz. Acı ile yazın edebiyatı arasında nasıl bir diyalektik bağ var?
Suzan Samancı: Yaratmanın ve üretmenin kaynağı acıdır. Acı insanın gerçekliği anlamasına yardım eder; insanın ruhunda yaralar açarken, özgür bir tinin kapısını da aralar; orada yeni bir oluş ve güç yuvalanır, bu maya yaratımın ve özgürlüğün mayasını daim kılar. Bir yazar acı çekmiyorsa ve adlandıramadığı dışlanmışlığı ruhunun derinliklerinde duyumsamıyorsa, yaratımın gerçek dünyasına girmemiş demektir. Acı ve yalnızlık dillendirir. Cemaat kültüründen ve lokal aile ilişkilerinden sıyrılamayanlar bilinç sıçraması yapamaz, yazmaya adım atmak, çevreyi terk etmekle başlar, bu terk ediş halkı ve toplumu terk ediş değil, kendine ait zamanı ve iç sürecini oluşturma durumudur. Küçük dedikoduların peşine düşen, insanlarla uğraşanların işi değil aşkınlık, kendisiyle yarışan bu edime yürekten inanlar üretir ancak. Sanatın sevda yolculuğunda birey varoluşunun peşine düşerken, tıpkı toplumsal değişimlerin yaşadığı sancıları ve çatışmayı yaşar, toplumun dogmatik değerlerine hayır der sanatçı ve bu “Hayır” baştanbaşa direnç ve acıdır.
Demek ki acı, farklı bir özgünlüğü de beraberinde getiriyor. Kafka’nın anadilinde yazamayışı eserlerinde şizofrenik bir acı öteki olarak yapılanır. Yüreğimiz acısa da hayatımıza ve ruh dünyamıza zenginlik katıyor. Yaşananlara tanık oluyorsunuz ama bunlar ruh dünyasına derin izler bırakıyor, şekillendiriyor ve çok farklı katkılar da sunarken yaşananları direkt olarak edebiyata geçirme tehlikesi de var; gerçekliği olduğu gibi vermek kolay bir edebiyatı gündeme getirir ki, güncel bir edebiyat zayıf bir edebiyattır. Siz bir hap gibi bunları yutarsınız ve o an etki yapar; ondan sonra unutursunuz. Bu anlamda gerçekliğimi acımı yazarken, güncel olmamayı ve anın öykülerimi ve romanlarımı yutmamasını özen gösteriyorum. Ve aslolan insan yüreğine ulaşmaktır, insana dair her şeyi anlatabilmektir.
Hülya Yetişen: Halepçe’den Gelen Sevgili adlı romanınızda Türkçeyi oldukça yetkin kullanıyorsunuz. Bu durumu yabancılaşma mı, yoksa yabancılaşmanın aşılması olarak mı okumalıyız?
Suzan Samancı: Edebiyat dil bilinci ve estetikse, yazıldığı dilde en iyiyi yapma gerçeğini de kabul etmiş olursunuz, yazılan dilin ustası olmaktır iyi yazmak. Yabancılaşma da insan özgü değil mi? Tıpkı “ yersiz ve yurtsuzluk” kavramı gibi. Zorlanan, ikilem arasında kalan insan bu zorluğu sanatsal boyuta taşıyarak estetik bir araç haline getirir. Gerçeklikten kopan hayal kıvılcımları çok farklı boyutlara bürünerek, somutu yeniden biçimlendirirken sihirli sözcük nehrine yönelir, bu nehirde yıkanan sözcükler dünyayı güzelleştiren sözcüklerdir. İç monolog tarzını seviyorum, bu sevgimin nedeni izole yaşam tarzımın etkisi olsa da, iki kültür ve dil arasındaki sıkışmışlık, parçalanmışlık, baskı, şiddet Kürdistan’da yaşamış olmanın gerçeğidir.
Her toplum ötekisini yaratarak var oluyor bir bakıma, bizler öteki olmamızın gerçeğini kavrarken, bu kavrayış itaatte ve bizi ezenlerin onayına ihtiyaç duyma psikolojisine sürüklerse yabancılaşma söz konusu olabilir. Her şey yabancılaşma süreciyle dolaysız bir bağ içindedir. Edebiyat açımlandıkça, kültürler birbirini besleyip büyüttükçe, özgürlüğün ortaya çıktığı alan olur. Baskıcı ve yasakçı yönetimler karşısında insan zafer getiren özgürlük imgesine dönüşür ve böylelikle, edebiyat kendisine rağmen, bir özgürlük alanı kendi tahakküm arzusundan kurtulan bir oluşun savunucusudur. Kendi içimizdeki düşmanı görmedikçe, farklı düşünen ve farklı yaşayanlara karşı geliştirilen öfkeyle beslenildiği sürece, ne eleştirel bir ruh ne de analitik düşünme gelişebilir. İnsan demokrasisi ve yönetimi kadardır, ötesi yoktur bunun.
Hülya Yetişen: Romanlarınız Korkunun Irmağında ve Halepçe’den Gelen Sevgili’yi majör edebiyat içinde nasıl ve nerede konumlandırabiliriz?
Suzan Samancı: Anadilinde yazamayan azınlığın Majör bir dilde yaptığı “Minör Edebiyat”ın çemberindeyiz bir bakıma. Minör edebiyatın en önemli özelliği her şeyin siyasal olmasıdır. Toplumsal plan ve çevre arka plan olarak kalır. Deleuze ve Guattari, “Minör Edebiyat ve Kafka” adlı eserlerinde bunu çok güzel açıklanıyor. Kafka’yı en iyi inceleyenlerden Gilles Deleuze ile Felix Guattari’dir. Minör Edebiyat İçin Kafka adlı incecik kitap çok şey söyler. Anadillerinde yazamayan ne kadar çok insan var günümüzde? Göçmenlerin, sürgünlerin ve çocukların sorunu… Minör edebiyatın sorunu, aynı zamanda hepimizin sorunu. Deleuze ve Guattari, “İnsan nasıl kendi öz dilinin göçebesi ve çingenesi olur” derken, Kafka “Çocuğu beşikten çalmak, gergin ipte dans etmektir” diyor. Ve bizler de beşikten çalındık, gergin ipten öte, hem de ateşler üstünde dans ediyoruz; kendi dilimizin göçmeni, çingenesi ve günahkârıyız… Nedir “Minör edebiyat”? Minör edebiyat, minör bir dilin edebiyatı değil, bir azınlığın majör bir dilde yaptığı edebiyattır. Ama temel özelliği, dilin güçlü yersiz yurtsuzlaşma katsayısından her koşulda etkilenmiş olmamasıdır. . Kafka da Prag Almancası’nı tercih ederken, bütün yoksulluğu ve acısı içinde belki de onu “şizofrenik” farklılığa iten durum budur. Kafka’nın hizmetçilere ve memurlara duyduğu hayranlık ve onların dillerine duyduğu hayranlık, yasa, suçluluk ve içsellik bundandır deniyor. Minör edebiyatın temelindeki farklı zenginlikler ve dile gelmeyen acılar tüm insanlığın ortak gerçekliği değil mi?
Her yazarın eserlerinde yaşadığı çevre ve kendisi vardır genellikle. Kafka hukukçuydu, yaratıcı evreninde yargıçlar ve mahkemenin kuşatıcılığı vardı. Dava’daki kimliği belirsiz üç kişi ile müfettiş pencere önünde toplanırlar; hareketli bir ilişki içine girerler. Mahkemenin o kaotik ortamında, hâkim ve onun sağında, solunda oturanların atmosferine giriveririz, ama sonradan farklı bir sarmala sürükleniriz. Bu sarmal gittikçe genişleyen bürokrasinin çelişkileri ve çıkmaz sokaklarıdır. Belirgin kahramanlar yoktur, silik ve hücre gibi çoğalan kahramanlara Proust’ta da rastlarız. Değişim’deki George Samsa, hepimize çok yakındır ve bir ölçüde yabancılaşmanın, hiçliğin diğer adıdır. Bir sabah hamam böceğine dönüşür, yalnızca babasından mı kaçıyordu? Babasının bunaldığı, umarsız kaldığı yerde tüm hiyerarşik ilişkilerden…
Joyce ve Beckett’ten de söz edebiliriz. İki İrlandalı yazar da minör edebiyatın dahice koşulları içindedir diyor Deleuze ve Guattari. Edebiyat tarihine bakıldığında ana dilini kullanamayan o baskıyı ezilmişliği, dışlanmışlığı derinden hisseden yazarların eserlerinde farklı bir derinlik, özgünlük görüldüğü gibi onlar için yabancı olan egemenlerin dilini çok daha iyi kullanıyorlar. İskender Savaşır Kelimelerin Anayurdu adlı kitabında “Türkçe Türklere emanet edilmeyecek kadar değerlidir,” derken, Türkçe edebiyata önemli katkılarda bulunan ve Türkçeyi azınlıkların daha iyi kullandıklarına dikkat çekerken, Yaşar Kemal ve Bilge Karasu örneğini verir. Metaforik ve ironik dile yönelmenin sosyo-psikolojik ve reel nedenleri var kuşkusuz; bu bilinçaltı yönelimi görmek istemeyenler için herkes taraftır…
“Korkunun Irmağında” içses-monolog romanıdır, kaotiktir, savaşın o ölümcül atmosferinde dört üniversiteli genç karakter, ölümün cirit attığı Amed’in o korku dolu atmosferini metaforik, ironik ve şiirsel bir dille anlatmaya çalıştım, olay örgüsünün olmadığı, anlatılamayan, okunması gereken romanlardan.
“Halepçe’den Gelen Sevgili” Halepçe, Diyarbakır, İstanbul ve Cenevre’de geçen evrensel bir atmosfer taşıyan roman denebilir. Delila’nın Tutuk, geleneksellik ile çağdaşlık arasında sıkışıp kalmış yaralı ruhu hep flash back yaşar, Halepçe’ye dönüşlerde kimyasalın atıldığı an, annesi, babası ağabeyi ve arkadaşları vardır. Avrupa’nın griliğine alışamaz, modern dünyanın gerçeklik ilkesine isyan eder. Özgür olmanın acılarına katlanacak kadar sessiz bir direniş gösterse de, yaşadığı ülkeye gitmeden, kendi sorunlarına yakından tanıklık etmeden, üretmeden gerçek anlamda var olmayacağını bilir. Roni ile beraberliği O’na insanın çok yüzlülüğünü, sahteliğini ve acımazsızlığını öğretir. Avrupa’ya dağılmış, paramparça olmuş mültecileri, zenofobik bilinçleri, sokratik kurnazları politik psikopatları daha yakından tanırken, ülkesine dönme isteğiyle onlara kafa tutar. Ve soluğu Halepçe’de alır. Küçük beldesinde, acı çeken ve yeniden oluşmaya çalışan beldesindedir artık.
Hülya Yetişen: Kürd edebiyatının sınırlarını nasıl belirlemeliyiz? Kürd edebiyatını sadece Kürdçe yazılan metinler üzerinden mi adlandırmalıyız?
Suzan Samancı: Edebiyat kentleşme olgusu ile ortaya çıkan bir durumdur. İnsanlar temel ihtiyaçlarını giderdikten sonra sanata yönelirler… Köylülükten kurtulamamış, işsizliğin ağır bir toplumsal sorun olarak durduğu, cemaat anlayışının hâkim olduğu, kadınların kendilerini ifade edemedikleri bir toplumda edebiyatın gelişmesi zordur. Kaldı ki kadınlar, ekonomik özgürlüğe sahip oldukları halde kendi bedenlerine, kişiliklerine sahip çıkamıyorlar; ruhsal bir direnç ve kendi oluş için mekanik eğitim değil, genel kültür ve sanat bilinci gereklidir. Burada özgürlük adına savaşan Kürd kadınları ayırmak gerekir, feminist literatürde özgürlüğün felsefesini yeniden yazdıracaklar ve tarih onlara farklı bir sayfa açacaktır. Özgürlüğü savaşarak, emek vererek elde etmek, özgürlük bilincini de sunar. Bir halkın gelişebilmesi için kadınların sanatsal üretime geçebilmeleri için, içinde bulundukları toplumsal koşulların tamamıyla düzelmiş olması ve yaşamın demokratik olması gerekir. Baskıların, inkârın, açlık ve sefaletin olduğu bir yerde edebiyatın ve sanatın hızla gelişmesini beklemek hayalden başka bir şey değil.
Kürd edebiyatının, felsefesinin neden gelişmediği bilinen bir gerçek. Baskıların, reddedişlerin ve inkârın olduğu bir toplumsal sistemde elbette dillerin ve kültürlerin kendi renklerini ve karakterlerini bir şekilde yansıtma yöntemleri vardır. Ancak edebiyat ve sanat özgür ortamda büyür ve farklı bir ivme kazanır. Bu anlamda talihsiz halklardan biridir Kürt halkı. Yıllardır var olmak için büyük bir savaş veriyor, yoksulluk ve eğitimsizlik yazgımız haline getirilmiş. Tarihin en eski halklarından biri olmasına rağmen birçok konuda çağı yakalayamamışız. Bu anlamda edebiyatı da sınırlı kalmıştır. Bu mirasımızın olmadığı anlamına gelmiyor. Direnen ve köklü bir kültürümüz var. Bundan sonraki süreç önemli. Anadilde yazan gençlerimiz var. Özellikle Kürdçe yazım alanında niceliksel bir artış var; ama güçlü bir nitelikten söz etmek henüz erken ve böyle olması da doğal bir sonuç elbette. Kolay değil yıllarca yasaklanmış bir dilde yazmak, kendini ifade etmek. Çünkü edebiyat sabır isteyen, birikim isteyen, geniş bir zaman diliminde gelişip kök salabilir ancak ve bir ülkenin gelişmişlik düzeyi, felsefesine ve edebiyatına bakarak da değerlendirilebilir.
Edebiyatı belirleyen dildir diyoruz, Kürd olup Türkçe yazanları Türkçe edebiyata dahil edildiğinde, Salman Rusdi’nin İngiliz edebiyatından çok Hintli oluşuna ne demeli? Kafka anadili çekçe yazamadı, Almanca yazdı, Kafka’nın Yahudiliği ön planda değil mi? J.Joyce’nin İrlandalılığı, sonra Yılmaz Güney’i ne yapacağız, eserlerini Türkçe yazdı, Güney bir Kürd sanatçısıdır ve O’nu Kürd sanatına dahil ediyorsak bu Kürd olup Türkçe yazanlar için de geçerli olmalı. Örnekleri çoğaltabiliriz. Lengustik dramı yaşayan ve acı çeken toplumlar için, tarihin farklı bir sayfa açacağına inanıyorum. Yaşar Kemal kendi öz kültüründen dengbej kültüründen beslendiği için lirik ve epik bir dil oluşturmuştur, Y.Kemal’i ne yapacağız?
Hülya Yetişen: Genelde yazın edebiyatının ve günümüzdeki Kürd edebiyatının sorunları nedir? Kürd romanının ve Türk romanlarının olumlu/olumsuz yanları nelerdir?
Suzan Samancı: Bu anlamda matbaanın icadıyla Batı da başlayan romanın tarihi çok eski değil, ilk başarılı roman örneği 17. yüzyılda Miguel de Cervantes’in Don Quijote ile başladığı kabul edilir. Dünya edebiyatına baktığınızda; her çağ kendine has özelliklere sahip edebiyatçılar ve akımlar yaratmıştır. Her çağın ve toplumun kendine ait yazarları vardır ve yazarlar da aynı zamanda çağının birer toplum bilimcisidir. Çünkü yaratılan karakterler, konular ve kahramanla toplumun gerçekliğinden sızıp geldiği toplumsal gerçekliği yansıtırlar. Aslında tarih yalan söyleyip, olayları çarpıtabilir ama romanlar ve öyküler yalan söylemezler. Engels, “Ben Fransa’nın toplumsal yapısını Balzac okuyarak öğrendim” demişti.
Dünya edebiyatına baktığımızda, savaşların ve yaşanan her türlü toplumsal olayların romanlara yansıdığını görüyoruz. Şu anki Avrupa edebiyatında bilinçaltı oyunları ve fantastik yolculuklar var. Zaman ve mekân belli değil. Olayın nerede geçtiği anlaşılmıyor. İçsel dünyada karmaşıklıklar, çarpışmalar, bilinçaltının sayıklamalarını görüyoruz. Mutsuz, yalnızlaşan, içine kapanan, sevgiye ve aşka inanmayan bireyin ve her şeyi maddiyata dönüşmüş bir toplumun trajedisidir belki de, bu gerçekliğe tek yanlı bakıp, mutlak olarak değerlendiremeyiz. İç dünyası ile baş başa kalan yazar, parçaları bir araya getiriyor gibi farklı kurgulara yönelmiş durumda. Çok fantastik şeyler üretmeye çalışıyorlar.
20 yüzyılın yazarları olan M.Proust, Joyce, Woolf gibi yazarlar, postmodern romanlar yazdılar, olay örgüsünün olmadığı, iç ses ve monolog oluşmasında o yazarların salt bilinçli bir tercihleri olduğu söylenemez,karmaşık bir varlık olan insanın çok boyutlu gizemi, gerçekliğin karmaşık dinamizmi galiba, bu romanların hiçbir sözcüğü boşuna yazılmaz, her sözcük bir anlam taşır, şiir gibidir, müziğin ritmini de taşır içinde. Fransa’da Stendhal, Balzac, Zola ve Flaubert gerçekçilik akımının öncüleriydi. Hiçbir roman ve öykü,rastlantı ve mucizelerle yazılmıyor. Rus romanları Çarlık Rejiminin, Sovyet romanları ise devrimin ürünü değil mi?
Türkiye’de roman, “Batı”yı taklitle başlamış ve “tercüme odasında” doğmuştur. Güçlü, yenilikçi sanat yapıtları özgür ortamda kök salıp kendi renklerini ve seslerini oluştururlar. Sanatın ve sanat bilincinin gelişimi de siyasal, sosyo-ekonomik ve kültürel yapıyla sıkı bir ilişki içindedir. Bu anlamda Türkiye’nin yazgısı trajiktir, bu trajedide: kör milliyetçilik, linç kültürü ve paranoya gittikçe palazlandığı gibi her türlü değerler ve normlar resmi ideolojinin güdümü altındadır.
Tanzimat’tan sonra yazılan romanlara bakıldığında neden bugün bu durumlarda olduğumuzu da anlamak zor değil. Herkül Milas’ın “Öteki Ve Kimlik” adlı önemli çalışmasında edebiyat metinlerindeki imaj konusunun ulusal kimliklerle doğrudan ilişkili olduğu görülüyor. Osmanlıcı yazarın roman ve öykülerinde kölelik, odalık ve cariyelik gibi konular ele alınırken, Batılı Hristiyan kadınlar yeteneklidir, dengelidir, kültürlü ve hoştur; romanlarda Müslüman- Hristiyan ilişkileri de iyidir. Öyle ya Osmanlı padişahlarının yabancı kadınlarla evlenmeleri adlarını değiştirmeleri boşuna değilmiş.
Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte yazılan roman ve öykülere bakıldığında durum içler acısı!Yakup Kadri’nin eserlerinde yabancılar mutlak olarak olumsuz ve öteki olarak algılanır.Yaban adlı eserinde Rum- Ermeni işbirliği görülür, Beyoğlu’nda hep aşağı, dejenere, ahlâksız ve yabancı yer olarak gösterilir. Yunan ve Rum kadınları ya hizmetçi ya da fahişedir. Halide Edip Adıvar’ın eserlerinde de Yunan ve Rumlara ilişkin olumlu özelliklere rastlanmaz, Türklerin canına kastedilen düşman olarak görülür. Bilindiği gibi Halide Edip ile Yakup Kadri, cumhuriyetin kuruluşuna fiilen katılmış, devlet katında önemli görevler üstlenmişlerdir.
Tarık Buğra’nın eserlerinde Türkler üstün ve kusursuzdur. Rum kadınları Türk’ün cinsel çekiciliğine dayanamaz, âşık olanlar Müslüman olup Türkleşirken, Yunanlılar ve Rumlar her zaman düşman ve olumsuz kimselerdir. Namık Kemal’in eserlerinde Türklük önde değildir, Müslümanlık ve Osmanlılık ön plandadır. O dönemdeki yazarların düşüncesi “Tüm kötülüklerin nedenleri yabancı akçesi ve fesadıdır” On altı yaşında Nazım’ın şiirlerinden dolayı tutuklanan Atilla İlhan’ın çizdiği karakterlerde Rum kadınlarının hemen hemen hepsi cinsellikle ilişkilidir, fahişedirler ve eroin kullanırlar, Yahudiler ise korkaktır… Necati Cumalı ve Orhan Kemal’in eserlerinde Yunan ve Rumlar daha modern kişiliklere bürünür. Sait Faik,yoksul Rumları daha çok sever. Her toplum ötekisini yaratarak var oluyor bir anlamda,ama edebiyat gibi estetiği ve hümanizmayı barındıran bir dalda böylesine hoyratça söylemlerin bugünleri oluşturmadığını söyleyebilir miyiz? Araştırmacı yazar Rohat Alakom’un “Türk Edebiyatında Kürtler” adlı kitabını okumak gerekiyor
Osmanlılar döneminde Kürd Dili üzerinde baskı olmadığından az da olsa eğitim ve yazım olarak kullanılıyordu; bu nedenle medreseler Kürdlerin gelişimine katkıda bulunmuştur. “Birinci Dünya Savaşı”ndan sonra medreseler kapatılmak istenmiş, tek ulus, tek dil, tel bayrak sloganıyla Avrupalılaşmak istenmiş(!) o dönemlerde Arap alfabesi ile yazılan Kürd klasikleri yasaklanmış olsa da, okunması ve yazması zorlaştı. Yeni dönemde ise çok şey yazılamadı;çünkü Kürd Dili üzerinde büyük baskılar vardı ve şüphesiz dil konuşuldukça, yazıldıkça gelişir.
İnsanın kendi diline ve kimliğine sahip çıkmasının yanı sıra kendi değerlerinden farklı olanı tanımak da önemlidir,çünkü farklı olanı tanımak, bilmek insanda eleştiri ruhunu geliştirirken, “kendine” ötekini tanıdıktan sonra başka gözle bakmayı öğretir. İmparatorluklar çöker, iktidarlar, rejimler alaşağı edilir, generaller ve güncel egemenler tarihin karanlık sularında sönük birer leke gibi kalırken, şiir, roman, öykü, sözcükler ve yazı kalıcı varlıklarını sürdürür, toplumu geliştirir, aydınlatır ve rehabilite eder. Sanat onarıcıdır, iyileştiricidir. Kürt edebiyatının gelişimi ve her konudaki araştırmalarda Kürtlerin politik durumu belirleyicidir, çünkü Kürdistan’ın işgali ve bölünmesi kültürel yaşamı doğrudan etkilemiştir.
Kürd öykü sanatı 1920’lerde ortaya çıkıyor. Ereb Şemo’nun Kürd Çoban “Şivanê Kurd” adlı romanı ilk roman örneğidir. Kürtçeye ilk öyküler 1940 yılında çevrilmeye başlanıyor. Kürdçe öykülerin içeriği Kürd toplumun tarihiyle ve toplumsal yapısıyla ilgilidir. İlk örnekler: Kırsal kesim yaşamı, feodal ve geleneksel değerler işlenirken, doksan sonrasında Kürd edebiyatı gerek çeviri, gerekse yazım anlamında ivme kazandı,özgürlük arayışı,özgürlük savaşımı,bireyleşme çabası, az da olsa aşk ve cinsellik de işleniyor. Bilim kurgu ve fantastik roman örnekleri yok gibi
Folklorik destanın derin özelliğini taşıyan epik ve lirik tarzda yazan Kürdlerin Goethe’si Ehmedê Xani, ünlü eseri “Memû Zin” i yaratarak Kürd edebiyatının güçlü temelini oluşturmuştur.1946 Mahabat Kürd Cumhuriyeti döneminde bir çok dergi ve gazete çıkmıştır, fakat uzun ömürlü olamamıştır.
Homeros’un Heredot’un epik gerçekliği bizleri besleyip büyütmedi mi? Romanlarımız Don Kişot’un tanrısal sevdasında ve umudunda çoğalmadı mı? Balzac’ın, Stendhal’ın, Proust’un, Flaubert’in eserlerinde Fransa’nın atmosferini solurken, o toplumun yarattığı karakterlerin hırsları, rekabeti, yoksulluğu ve aşklarıyla onlarla birlikte olmadık mı? Dostoyevski’nin o güçlü, ürkütücü kahramanlarıyla hep yaşamıyor muyuz? Çehov’un Şolohov’un Rusya’sında ne çok yolculuk yaptık. Hemingway, Henrich Böll ,Stefan Zwaig ve Tolstoylarla savaşın insan üzerindeki etkisini ve yaşadıkları yılları onların romanlarıyla öğrenmedik mi? Lawrence Durrell’in yazdıklarıyla İskenderiye’nin mistik atmosferindeki entelektüel bunalımı kavramadık mı? Marquez, Fuentes, Faulkner ve İnfante’nin yazdıklarıyla görmediğimiz, gezmediğimiz coğrafyanın gerçekliğini o büyülü anlatımlarıyla ötekiliği, başkaldırıyı ve içsesi öğrenmedik mi? Nazım Hikmet ile direnci, umudu ve evreni kucaklamayı, Yaşar Kemal ile bozguna uğrayan coğrafyanın sarı sıcağında başkaldırıyı, acıyı ve zulmün diğer yüzünü öğrenmedik mi? Bilge Karasu ile içsel yolculuğu, felsefi derinliği ve kendimizi sorgulamayı öğrenmedik mi? Tarihe anlam katan bu seslerin ötesinde, tarih boyunca hep yasaklanmış farklı sesler de var elbette. Bu sesler ki, gerçekliğinden koparılmaya çalışılan, yok sayılan ve sindiren sesler… Kendi seslerinde, dillerinde ısrarcı olan Kürd edebiyatının önemli isimlerinden Ehmedê Xanê, Feqiyê Teyran, Meleyê Ciziri yasaklara ve baskılara karşın bugüne dek ulaşmıştır. Geçiş dönemleri acısı güçlü tohumlara gebedir, yıkımların ve yeniden doğuşun o çelişik birliğinden yenilikler doğar.
Bugün sanat her alanda hem estetik amacından uzaklaştırılıp hem de etkisizleştirilerek milliyetçiliğin bir aracı haline getirilmiş denebilir. Yaşanan bu anlamsız savaş ve çürüyen toplumda Herbert Marcuse’nin deyimiyle tüketim kültürü “ Baskıcı alçalmayı” üretti. Bu süreç sayesinde bireyler yabancılaşmış, ucuz kültürün değerini benimserken, insanlıktan uzaklaşmış, ölü toprağı serpilerek, kaygıya, boşluğa, pespaye bir yaşama terk edilip standartlaştırılmak isteniyor. Çok satanların önünde kuyruk oluşturanlar, gerçek edebiyatın, kafa karıştırıcı, sorgulayıcı, yürek delici, anımsamak ve yeniden anımsamak gerçeğinden korkuyorlar. Kendi içlerine bakmaya cesaret edemeyenler, kendi içlerini ve dış dünyayı kavrayamayanlar, dünyayı uyku eşiğine çekenlerin yok ediciliğine koşuyorlar.
Kürdçe yazımda direnenlerde “İsveç Ekolü”nün katkıları yadsınamaz,sürgünlüğün ve uzaklığın verdiği acının yanı sıra İsveç Devleti’nin Kürd yazarlarını desteklemesi de tarihi bir önem taşıyor. Kürdistan’da geçim derdine düşen ve devletin baskısıyla karşı karşıya kalan nice yetenek heba olup gitmiştir. M.Uzun sürgünü “Varoluşsal bir edime” çevirenlerden, sonra Firat Ceweri’nin hazırladığı antoloji ve “Nudem” dergisi de katkı sunmuştur ve elbette adını anacağım çok değerli isimleri saymaya kalksam… bağışlasınlar lütfen, nicelik olarak hepsinin emeğini önemsiyorum,ama Kürd edebiyatı nitelik olarak gelecekte eleştirel mekanizması oluştuğunda baş yapıtlarınızın altını önemle çizecektir.
Hülya Yetişen: Şu an İsviçre’de yaşıyorsunuz. Bir kadın yazar olarak Avrupa’daki yaşamınızdan ve gözlemlerinizden kısaca söz eder misiniz?
Suzan Samancı: İlk kez doksanlı yılların ortalarında Almanya Köln’e gelmiştim, yabancı dillere çevrilen kitaplarımdan dolayı sıkça okuma turlarına ve söyleşilere katıldım, benim için güzel deneyimlerdi, farklı insanları, yaşamları ve kültürleri tanıdım. Bu süreçlerde iki üç aylık gibi uzunca kaldığım zamanlar oldu, hiçbir zaman Avrupa’da yaşama gibi bir duygum ve istemim olmadı,hatta o yıllarda Henric Böll Vakfı’nın üç yıllık bursunu kabul etmeye cesaret edememiştim. Yaşam bazen insanı savuruyor işte! Steril odamdan çıkmak bir bakıma iyi oldu, Dostoyevski’nin kahramanlarını aratmayacak insanları tanıdım,hepsini belleğime yazdım. Tanıdığım üç beş güzel insanı ise ruhumun en derin yerinde hep saklayıp anacağım. 2008 den beri daha çok Cenevre’de yaşıyorum, güçlü bir alt yapım olmasaydı , yeni bir yaşam, yeni bir dil hiç de kolay değil… Yalnızlığımdan hem şikâyet ediyor, hem de seviyorum, sanatçının çatışmasıdır bu! Diyarbakır’daki o kitap dolu güzel odamı, hatta penceremin altında gürültü edip top oynayan cepleri taş dolu çocukların “Ma abla senin bu çalışmağın hêç bitmii?”deyişlerini ne çok özlüyorum; yeni kitap kokusu sinmiş odamda Thedorakis’in Litani’sini dinlerken umut doluydum. Şimdi odamın kapısını kapattığımda ülkemdeyim sanısıyla yazabiliyorum. Artık sadece kendim için yazmıyorum, yazarlığın ilk evresinde insan kendisi için yazma duygusuyla başlar,sonra başkalarının bilincinden de sorumlu hale gelir, bu toplumsal sorumluluktur bir bakıma.Kendimi bildim bileli düzenli yaşama aşığım,düzenli yaşam ve adanmışlık bana huzur verir,yaratıcığım demlenir,edebiyat ibadetimdir, beni çeken bir kitabın satırlarında kaybolmak,sonra yüreğine ve yüce karakterine inandığım bir iki gerçek dostun varlığı mutlu ediyor.Bir de yürümek,vazgeçilmez eylemlerimdendir.
Hülya Yetişen: Yeni kitap çalışmalarınız var mı? Daha çok yazın edebiyatının hangi alanlarında yoğunlaşıyorsunuz? Roman, öykü, şiir gibi…
Suzan Samancı: Cenevre’ye gelme gibi radikal bir kararı nasıl verdiğimin yanıtını arıyorum şimdi,bu yanıt birkaç paragraflık yanıt değil, bu süreçten bir iki roman çıkacak mutlaka. Yeni bir ülkeye gelmenin sorumluluğunu ve başlangıcını ancak yaşayan bilir,yeni bir yaşama merhaba demek insanın düzenini alt üst ediyor. Dört ayda yazdığım ilk Kürdçe öykü kitabım yayım aşamasında, sonra “Ah Mezopotamya!” adıyla çıkacak olan bir deneme kitabım var. Başlayıp da bitiremediğim yarılanmış Türkçe romanımı bitirmek istiyorum. Bu romandan sonra artık Kürdçe roman yazmak istiyorum. Tuhaf bir serüven bu! Bir ses, bir yüz, bir film karesi ya da bir sözcüğün kıvılcımıyla masa başında yaratılan atmosfere, önbilgisiz ve savsız yaklaşıyorum ki imgesel dünyam, usun önüne geçsin. Sonra usulca biriken Kürdçe şiirlerim var, yıllarca şiirle uğraştığımdan olsa gerek, ses uyumunda dolayı bestelemek isteyen müzisyenler var. Kültür ve sanat ile donanan insan, dünyanın hiçbir yerinde yabancılık eşiğinde inlemez.
Hülya Yetişen: Okunmazsa olmaz dediğiniz yazarlarınız kimlerdir? Okunmazsa olmaz dediğiniz kitaplarınız?
Suzan Samancı: İlkin deliler gibi her şeyi okuyor insan, sonra bilinçli bir seçimle kan bağı yazarlara yöneliş oluşuyor. Yetmişli yılları hepimiz anımsarız: Ostrovski’nin “Ve Çeliğe su verildi” Jack Landon’un “Demir Ökçe” si Dritero Agalli’nin “Komiser Memo”sunda roman karakterleri yaratılmamış, yazarların siyasi görüşlerinden araçları olmuştur,bu dönemsel romanlar hem çok sevilir, fakat zamanaşımında silik tabloya dönüşmesi muhtemeldir. Toplumsal değişimler,mitoloji felsefenin ve devletlerin doğuşu dinsel alt-üst oluşların temelini ekonomik rant oluştururken, bu gerçeklik yazma eyleminin malzemelerini oluşturur. Bir kere şiir hep var,edebiyatın anadamarıdır derken iyi ve güçlü şiiri kastediyorum.Günlük konuşmaları alt alta dizmenin adı şiir olamaz. Öncelikle dünya klasikleri ilk gençlik yıllarında okunmalı, Dostoyevski, Çehov, Stendal, sonra Faulkner, Virginia Woolf, James Joyce, Fuentes, L.Durell, Nobakov, Ehmedê Xanê, Bilge Karasu. Liste uzayabilir, farklı röportajlarda dile getirdik.. Döşeğimde Ölürken, Ulysses, Kapanda Üç Kaplan, Faust, Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı, Mem û Zin.
Hülya Yetişen: İsviçre’de yaşıyorsunuz,ancak Kürdistani etkinliklere aktif destek verdiğinizi biliyoruz.Genelde Kürd/Kürdistan sorunu özelde ise, Şengal ve Kobani olayları üzerine ne söylemek istersiniz?
Suzan Samancı: Mezopotamya’nın en eski ve yerli halklarından olan Kürd halkı kadar talihsiz halk yoktur, buna Ermenileri, Süryanileri ve inanç bazında Alevileri de eklemek gerekir. Sömürgeci devletler tarafından katliamlar,sürgünler ve talanlar kaderleri haline getirilmiş. Tarihsel ve toplumsal gerçeklik bir dil ve kültür yaratmış,bu dili ve kültürü yok etmek ilkelliktir, vahşettir, faşizmdir. Doğduğumuzdan bu yana darbeler, sıkı yönetimler, olağanüstü haller ve savaş atmosferini yaşarken, yüz binlerce insanın ölümüne, katledilişine tanık olmak katlanılır gibi değil. Kürdlerin yurdu olan Kobanê sömürgeci güçlerin yarattığı İŞİD canavarının kuşatması ve saldırısı altında ve çağdışı vahşet uygulanırken dünya sus pus! Gerekli askeri yardım yapılmazken, güvenlik koridoru açılmazken, dünya basını Kürdleri soyut olarak destekleyip göz boyuyor, ünlü dergilere kapak yapıp “Kürd kadınları dünyanın şerefidir” diyor, dünyanın şerefi olan Kürd kadınları köle pazarlarında yarattıkları canavarların pençesinde!
Demokrasi ve insan haklarından söz etmesin uygarım diyen ülkeler! Elli milyonluk Kürd halkı hâlâ kendi dilinde eğitim yapamıyor, hiçbir statüsü yok!Dünya Halepçe’de de sessiz kaldı!Ortadoğu’nun yazgısını çizenler Lozan’da Kürdleri bugünlere hazırladılar. Aklın, felsefenin ve sanatın egemen olmadığı toplumları sindirmek ve yönetmek kolaydır. Ortaçağ Avrupa’sında cenneti parselleyip satan zihniyet şimdi İŞİD olarak cennetin anahtarı ve huriler için katliam yapıyorlar,gözü doymaz patronları böyle emrediyor çünkü. Bu vahşet yüreğimizi kanatsa da, Kürtlerin ve Ortadoğu’nun ezilen halklarının özgürlüklerine kavuşacağına inanıyorum.Lukacs’ın sevdiğim bir sözü var. “Karamsarlık eylemsizliğin rasyonelleştirilmesidir.” der. Duran bir toplum çürür.İyimser olmak ve umut taşımak çürümenin önüne geçmenin en güzel yolu değil mi? Mücadele edenler ve direnenler önünde sonunda kazanır.
Hülya Yetişen – edebiyathaber.net (15 Ekim 2014)