Mine Söğüt yolculuğum romanları ile değil, yaklaşık altı ay önce maalesef son bulan, her Salı heyecanla beklediğim Cumhuriyet gazetesindeki köşe yazılarıyla başladı. 2008 yılından beri Gümüşlük’te yaşayan Mine Söğüt ile, hayatın güzel bir tesadüfü olarak, emekli olup Gümüşlük’e yerleştiğimde tanışıverdik. Oysa romanlarını ve tüm kitaplarını okuyup kapısını çalmayı planlıyordum. Böyle olunca elimdeki uzun okuma listemi bir kenara koyup romanlarını, Deli Kadın Hikâyeleri’ni, Adalet Cimcoz biyografisini, Doğan Kardeş Dergisi ve Dolapdere üzerine yazdığı kitaplarını, Pınar Kür’le yaptığı nehir söyleşi kitabını ve Türkiye’deki askeri darbe dönemlerinde yazılan köşe yazılarından oluşan derleme kitabını, bir çırpıda değil sindire sindire, onları buradaki yeni hayatıma eşlik eden yol arkadaşları yaparak okudum. Müthiş bir yolculuktu. Kitapların birçoğuna yazdığım yazıları Edebiyat Haber’de bulabilirsiniz. O artık benim yazarlarımdan biri. Ve artık hazırdım: bir söyleşi yapmak için karşısına çıkabilirdim…
Ne mutlu bana ki söyleşi yaptığımız gün, 14 Ekim 2014 Salı günü, yeniden Cumhuriyet’teki yazıları başladı.
“Yazmak”, fikir ve eylem olarak, Mine Söğüt’ün yaşamında ilk ne zaman ve nasıl ortaya çıktı?
Ben okumanın çok kutsandığı bir evde büyüdüm. O yüzden öncelikle tutkulu bir okurdum. Annemden ve babamdan bana geçen, bir kitabın kutsallığı vardı benim için. Zaten okumaya başladığınızda bu durum eğer tutkulu bir okurluğa da dönüşürse yazmak üzerine hayal kuruyorsunuz. İlk gençlik çağlarımda vardı ama erkenden yıldım. Çünkü o zamanlar yazmanın, özellikle roman yazmanın çok zor ve benim yapıma pek uygun olmayan bir titizlik ve çalışkanlık isteyen büyük bir iş olduğuna ikna oldum. Çünkü Oğuz Atay’ın Günlük’ünü okudum! Ve benden bir yazar çıkmayacağı fikrine kapıldım. Ama okumaya olan tutkum hep devam etti. Sonra gazeteciliğe başlayınca çok dolaylı ve başka bir yoldan ister istemez profesyonel olarak yazı ile tanıştım. O zaman da kalemimin bir gazetecilik didaktikliğinden ya da sınırlılığından biraz daha esnek olduğunu ufak ufak fark ettim. Ama yine de bir edebi eser verme cesaretim hiç olmadı. Ta ki otuzlu yaşlarıma, gazeteciliği bıraktıktan sonra Yapı Kredi Yayınları’ndan gelen bir teklifle Adalet Cimcoz’un hayat hikayesini yazana kadar. Gazetecilik marifeti isteyen bir işti ama yazmaya koyulduğumda farklı bir metin çıktı ortaya. İş bittiğinde bu farklılığın bir kıymeti olduğunu fark ettim. O zaman tekrar aklıma düştü yazma fikri ve oturup “Beş Sevim Apartmanı”nı yazdım.
Senin kitaplarının peşine düşüp Adalet Cimcoz’un hayatı ile karşılaşmak benim için çok hoş oldu. Çünkü Yıldız Moran’dan Sabahattin Ali’ye, Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan Nazım Hikmet’e, fotoğraf ve edebiyat alanında ilgilendiğim her insanın yanında Adalet Cimcoz ismini de görüyor, çok merak ediyordum. Kitabını okurken geçmiş okumalarımdaki o kadar çok boşluğa cevap buldum ki.
Ne kadar kilit bir noktada duruyor değil mi? Yayınevinin önerisiydi ama Adalet Cimcoz’u yazmak benim için de bir şanstı. Kendimi kaybettim o dünyanın içinde. Orada konuştuğum elliye yakın insandan bugün beş altı kişi ya hala hayatta ya değil. Bir jenerasyonun en son insanları ile konuştum ve benim için bir hazine değeri vardı o tanışmaların, karşılaşmaların.
Aslında Latin Dili ve Edebiyatı üzerine eğitim aldın. Gazetecilik nasıl başladı?
Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, eğitimini aldığımız işleri yapamıyoruz genelde. İlk başta yurtdışına gidip tiyatro eğitimi almak ve oyuncu olmak istiyordum. Üniversiteye başlama döneminde babamı kaybettim ve hayatımdaki daha başka bir takım değişiklikler yüzünden, o karmaşanın içinde kendimi zar zor bir bölüme atayım diye Latin Dili’ne girdim. Sonra çok sevdim Latin Dili’ni. Şahane bir hocam vardı; Halikarnas Balıkçısı’nın oğlu Sina Kabaağaç. Okulda kalmaya heveslendim. Okulda kalamadım. O da başka bir karışık hikaye. Çalışmam gerekiyordu. Çocukluğumdan beri tekrarladığım bir şey vardı: “Ya konuşarak ya yazarak para kazanacağım” diyordum. Çok bilinçli değil ama gene de kendime yakın bir iş olduğunu düşündüğüm gazetecilik mesleğine başladım. Sonra gazeteciliği de çok sevdim.
Çok sevmiş olmalısın ki, 1993 yılında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin düzenlediği yarışmada Haber dalında mansiyon aldın, 1996-2000 yılları arasında “Haberci” adlı televizyon belgeselinin metin yazarlığını yaptın. Aktif ve başarılı bir gazetecilik dönemin olmuş.
Başarı mı başarısızlık mı bilmiyorum. Tam bu Babıali’nin İkitelli’ye evrildiği dönemdi. Hem lokasyon hem de bir etik değişiklik yaşanıyordu. Gazetecilik anlayışı yeniden biçimleniyordu. Ben tam o eskiden yeniye geçiş döneminde işe başladım ve o dönüşümün aslında bütün Türkiye’de bugün geldiğimiz noktaya işaret eden bir dönüşüm olduğunu sezdim. Bütün değerlerin yeniden sorgulandığı, özellikle ideolojik değerlerin üstüne çok körlemesine çizikler atıldığı, benim için birazcık kaba bir dönemdi. Bütün değerler yeniden belirleniyordu. Bu basın eliyle yapılıyordu.
Ben 1968 doğumluyum. Bugün mecliste ya da basında iktidarda olanlar bizim neslimiz. Bir sorumluluk duymaya o zamandan başladım ve bu sorumlulukla birlikte bir tedirginlik ve reddediş de geldi. O yüzden gazetecilikten kaçasım geldi. Zaten ben ayrılmasaydım onlar beni istemeyeceklerdi. Çünkü benim gibi olan insanlar zamanla dışarıda bırakıldı, başka bir akıl, başka bir istek ve başka bir vizyon tercih edildi.
Geçen sene Cumhuriyet Gazetesi’nde yaklaşık bir yıl kadar süren köşe yazılarına son verdiğini belirten son yazında sıcak haber takip etmenin seni ne kadar yorduğunu ve yıprattığını, bu nedenle bırakmak istediğini yazmıştın. Ne mutlu biz okuyucularına, yeniden başlıyorsun. Demek ki gazetecilik aslında hayatından çıkarmak istemediğin bir alan. Gazetecilik mi roman yazarlığı mı, hangisi daha asır basıyor?
İkisinin birbirini etkileyen bir ağırlığı yok. Şunu söyleyebilirim; edebiyat üzerine bir şey yaparken, bir kurgu yaparken kendimi çok özgür hissediyorum ama gazeteye yazı yazarken hiç özgür değilim. Özgürlük derken bulunduğum gazeteye ve o gazetenin okurlarına karşı duyduğum sorumluluk ile ilgili bir duruştan söz ediyorum. Şimdi ben herhangi bir gazeteye yazmıyorum, Cumhuriyet’e yazıyorum. Bugünkü yaşadığımız ayrışmaları da düşünürsek, eğer ideolojik olarak dengeleri olan ve dertleri olan bir gazetede yazıyorsanız bir çok açıdan titiz davranmanız gerekiyor. Yani romandaki esrikliği yapamıyorsunuz. Orada daha aklı başında olmak zorundasınız. Çünkü ben gazeteden çok gazete okurunu önemsiyorum. O gazeteyi okuyan ve bugün Türkiye’deki bu bölünme, bu kafa karışıklığında hangi noktada durduklarını çok iyi bildiğim ve önemsediğim insanlar. Oysa ben romanlarımda çok esrik yazan biriyim. Şanslıyım ki kalemim de kafam da bu iki farklı kimya arasında rahatça gidip gelebiliyor ve bundan gocunmuyor.
Ama bir yandan da, gazetede yazmak konusunda aslında büyük bir paradoks var hayatımda. Zaten bırakmamın da bir sebebi oydu. Ben yıllardır televizyon seyretmiyorum. Gazete almıyorum. İnternetten kendi seçtiğim, çok elediğim, olayların başlarını ve sonuçlarını anlatan başlıkları okuyordum. O aradaki süreci manipüle edip sulandırıp çirkinleştirip ya da çok ajite edip anlatan araları atarak, çok net bilgilere ulaşmaya çalışarak büyük bir tasarruf yapıyorum hayatımda. Ama bir gazetede yazıyorsanız bu tasarrufu yapamıyorsunuz. En azından bütün köşe yazarlarına bir bakmanız gerekiyor. Ben kendimi o çok kritik dönemlerde ne demiş diye telefonumun kulaklığından politikacıları dinlerken buldum. Bu bir kirlilik. Sanırım geçtiğimiz bu altı ay hem biraz dinlendim, temizlendim, hem süreç de birazcık değişti. Benim de avucum kaşınmaya başladı açıkçası yeniden yazmak için. Öyle de bir zehri var bu işin. Gazeteden de tekrar yazmanı istiyoruz, düşünür müsün dediklerinde hayır diyemedim.
Aslında gündem sürekli olarak iktidar tarafından kurgulanıyor ve bizler bu kurgunun içinde sürükleniyoruz gibi geliyor bana. Sıcak haber takibini toplu olarak bıraksak bir şeyler değişir mi sence?
Kesinlikle. Zaten hepimiz yaptığımızdan başka bir şey yapsak başka bir dünyada yaşıyor oluruz. Yaptığımızı yapmasak yeter, bırak başka bir şey yapmayı. Şimdi yeni yazdığım, bitirmeye çalıştığım romanın temel noktası da bu: biz ne istersek o olur, biz ne yaparsak o olur. Bugün ne oluyorsa biz bunları yaptığımız için oluyor. Bu kadar kendi gücünün ve etkisinin farkında olmayan bir bilincin dünyayı döndürüyor olmasını aklım almıyor. Gerçekten savaşmazsak savaş gerçekten olmuyor. Ama bir yandan da insanın doğası bu ki bu oluyor. İnsan ne istiyor? Bu bizim isteğimiz belki de. O yüzden de her şeyde hepimizin çok payı olduğunu düşünüyorum. Benim de şahsi olarak payım var. Zaten bu sorumluluk duygusu ile bu çatışmaları yaşıyoruz. İtiraz etmeye çalışıyoruz. Tuhaf bir debelenme içindeyiz. Bir şeyi başarıyorsak öbür taraftan beş katı üstümüze yıkılıyor. Bir kaos. Tamamen bu dengesizlikten. Hem farkındasın ne olup bittiğinin, hem de bu farkındalık hiçbir işe yaramıyor.
Bence zaten tüm romanlarında ve Deli Kadın Hikâyeleri’nde bu temel nokta var. Kitapların son derece karamsar, çoğu zaman okuyucuyu dehşete düşürecek kadar sert bir yapıya sahip. Okurken ruhsal olarak çok zorlandığım yerler oldu. Ama genel kanının aksine, kitapların bana umut ve güç verdi. Kitaplarının okuru, göz ardı ettiğimiz ya da görmek istemediğimiz, kabullenemediğimiz yaşam gerçekleri ile yüzleştirip, senin dert edindiğin konuları okurun da dert edinmesini sağlayıp ortak bir çözüme, dolayısıyla ortak bir umuda davet ettiğini düşünüyorum. Örneğin Şahbaz’ın Harikulade Yılı 1979’da, kitabın kahramanı kadın yaşadığı tüm korkunç şeylere rağmen “Karamsarlık ihanettir” diyor.
Kitaplarımı okuyamayanlar ya da okumaya başlayıp yarım bırakanlar olduğunu biliyorum. Okuyanlar tarafından genelde söylenenler şu; “evet çok seviyoruz, çok etkileniyoruz, ama niye bu kadar umutsuz ve çıkışsız?” Ben de tam bu senin dediğini anlatmaya çalışıyorum. Hayır, ben sadece bir farkındalık ve bir itiraz yaratmaya çalışıyorum. Yaşadığımız hayat bu, bunu görüp sonra okuyan buna itiraz etsin, çünkü ben itiraz ettiğim için yazıyorum. Çünkü bunu değiştirme isteği duyuyorum ve kendi küçük hayatımda yollarını arıyorum. Önerdiğim şey bu ve bu bir umuttur. Yol gösteremem itiraz edin diye. Ama okuduğunuzda bu böyle olmamalı duygusu ile çıkıyorsanız, bir değiştirme isteği duyuyorsanız ve bunun yollarını aramaya başlıyorsanız, buna memnun oluyorum. Senin de bildiğin gibi, sonu yok kitapların. Hiçbir yere varmıyor genelde hikayeler, açık sonu, tıpkı hayat gibi…
Kitaplarının hemen hepsinde kavram olarak iktidarla bir derdin var. Aslında hepimizin derdi bu, çünkü yaşamlarımızı belirliyor, müdahale ediyor, şekillendiriyor. Yazdıklarını kendime yakın bulmamın sebeplerinden biri de iktidarla olan bu derdin. Sevdiğim bir yazar ya da sanatçı iktidarın yanında yer aldığında yazdıklarına, eserlerine ihanet ettiği hissine kapılırım. Evet hep deriz; sanatçı ya da aydın muhalif olmalıdır, ama onların da iktidarın yanında yer aldığı zamanlar olabilir mi? Mesela sen iktidar kavramını bu kadar didiklerken bir gün iktidarın yanında yer alma olasılığın var mı?
Yazar bir insan. Zaafları, politik görüşleri, tercihleri var. Yazdıklarından bağımsız bir insan. Bir okur olarak, sanki o sıfırdan bir şey yaratmış ve sen de o yaratıcı ile tanışıyormuşsun hissi ile onunla karşılaşırsın, ama bir kul çıkar karşına. Bir yaratıcı değil. Çünkü o aslen bir kuldur. Bir dönem o kitabı yazarken yaratıcı olmuştur ama sonradan kulluğuna geri dönmüştür. Bu hepimizin okur olarak temel hikayesidir. İdeolojik olarak aslında ben de seninle aynı isyanı yaşıyorum ki işte Şahbaz bunun kitabıdır, yani “aklımız nasıl dönüştü?”nün kitabıdır. Dinler tarihi diye bir şey olduğunu bilen bir insan inançlı olamaz. Yani tarihi olan bir din ezeli ve ebedi olmayan bir Allah kavramı demektir. Ama buna rağmen dinsel inançlardan fazla uzaklaşamaz bir sürü insan. Buradan anlayabiliyorum. Bilmek ve mantıklı olmak tuzağa düşmeyi engellemiyor. Bu entelektüeller için de böyle. O yüzden aslında ne olduğunu herkes biliyor ama buna rağmen dönemsel kararlarını bir takım zaafları, istekleri ya da kendilerini iyi hissettikleri, bir yanları ile yakın hissettikleri ideolojileri desteklemekte bulabiliyorlar. İktidarın bir parçası olmak insana kendini iyi hissettirir. Şu anda Türkiye’de bambaşka bir iktidar olsaydı ve okullarda benim hayal ettiğim gibi bir devrim yapılıp çocuklara müthiş bir eğitim sistemi empoze edilseydi, yeni neslin o eğitimin içinden geçerek benim hayal ettiğim o ütopik geleceğe hazırlanacağını bilseydim büyük bir coşku duyardım iktidardan. Şimdi bu coşkuyu başkaları duyuyorlar. Maalesef şu an bizim kabusumuz olan şey başkalarının rüyası. Benim rüyam da başkalarının kabusuydu. Ama benimle aynı noktada duracağını düşündüğüm insanlar nasıl oluyor da birden gereksiz ve hatalı bir empati ile hiç ait olmadıkları bir dünyayla arkadaşlık ediyorlar? Ediyorlar ve sonra da yanlış yapmışız diyorlar. Demek ki böyle bir zihniyet de var. Aynı şey Kürt sorunu içinde söz konusu. Silahlı mücadeleye karşısındır ya da değilsindir. Bu kadar. Benim kendi davam bile olsa silahlı mücadeleye karşıyım. Savaş’ın her hali tüylerini ürpertmeli herkesin. Düzenli ordu ile gerillayı karşı karşıya koymak aslında savaş tüccarlarının oyunu. Bir bilgisayar oyunu gibi bize pazarlıyorlar. Biz kendimizi bir taraf olarak hissettiğimiz anda olayı meşrulaştırıyoruz. Savaşan çocukların eğer tek tek hepsine odaklansan göreceğin şey çok belli; aynı üzüntü ile bakarsın. İnsan hikayelerine girdiğin zaman orada devletler, güçler, iktidarlar, kötüler, iyiler olmaz. Tarih savaşın başıyla ve sonuyla ilgilenir. Ama nasıl ve neden çıktığına ya da nasıl sonuçlandığına değil de, sürecine bakarsanız her savaş her haliyle kötüdür ve kötülüktür. Ama hayat bizim idealize ettiğimiz gibi değil; dehşet verici bambaşka bir gerçeklikle baş etmek zorundayız. İnsanı anlamak gibi zor bir ödevimiz var.
Anlamaya çalışmak, nefret etmek ya da çileden çıkmaktan çok daha sağlıklı aslında.
Ve daha yıpratıcı. Bir hakim suçluyu anlamaya çalışırsa kimseyi cezalandıramaz. Ama zaten o noktaya geliyorum hep. Kimsenin kimseyi cezalandırmaya hakkı yok. Kimi nasıl niye cezalandırıyoruz zaten. Kötü diye bir şey yok ki. Bir başkası var sadece karşında. Bu kadar düşünmek çok yorucu ve kafa karıştırıcı. Kimse kafası karışsın istemiyor. Bir kitaba inanma eğilimi bu yüzden. Çünkü orada kitap var, istersen bu Marksist Leninist bir teori kitabı olsun, istersen bir din kitabı olsun, ama insan bir kitap istiyor, kurallar istiyor ve o çerçevede hayata devam etmek istiyor. Çünkü o çok kolay. Yani yerini belli etmek, hiçbir şeyi anlamak zorunda olmamak ve o çerçeveden hayata bakmak çok kolay.
Romanlarında üstünde durduğun kavramlardan biri de “zaman”. Beş Sevim Apartmanı’nda zamanın göreceli olduğu ve onu nasıl elinde oyuncak edebildiğinden bahsediyor kahramanlardan biri. Kırmızı Zaman’da da “Zaman belki de tanrının ta kendisidir.” diyorsun. Yazar Mine Söğüt’ün yaşamında “zaman”ın nasıl bir yeri var, “zaman”la nasıl bir ilişki içindesin?
Elimizdeki tek ölçü birimi aslında ve hakim olamadığımız bir ölçü birimi. Başını sonunu anlamıyoruz. Küçük kesitlerinde bir varlığımız söz konusu, öncesini ve sonrasını bilmiyoruz ama bir öncesi ve sonrası olduğu sezgisi ve bilgisi var elimizde. Tanrı fikrinin zamandan çıktığına varıyorum hep; ulaşamadığımız, anlayamadığımız, her yerde olan, her şeye vakıf büyük bir güce sahip o olağanüstü varlık diye tarif edilen şey aslında zaman benim algımda. O yüzden “Zaman belki de tanrının ta kendisidir.” cümlesi benim için de çok önemli. O yaratıcılık yine zamana ait bir şey. Çok soyut, elimizde tutamadığımız ama her şeyimizin ona bağlı olduğu tuhaf büyük bir rahim gibi. Yani onun içindeyiz. Bütün atmosfer her şey zamanmış gibi. Üzerinde çalıştığım şimdiki romanda da gene öyle zamanla uğraşıyorum. O uğraşı seviyorum.
O kitapları okuduktan sonra büyük acıların içinden çıkıp gelmiş, sert, tedirgin ve gergin bir yüz ifadesine sahip bir yazarla karşılaşmayı beklerken, bakışları son derece yumuşak, alçakgönüllü, sakin ve yüzündeki gülümseme hiç eksilmeyen biri ile karşılaştım. Senin gibi biri nasıl yazıyor o dehşet dolu bölümleri?
“Nasıl oluyor da oluyor”u anlamak için yazdığımı düşünüyorum hep. Bir insan nasıl aşamalardan geçip bunu yapabilir? Çünkü çocuğunu öldürebiliyor bir anne. İnsanda cinnet hali aslında doğasının bir parçası ve o noktaya gelebiliyor. Bir terör örgütünün kafa kesmesi, bizim için sadece gaddar bir kafa kesme. Onun arkasında çok başka şeyler var. Bunu üstün körü öyle korkunç bir magazinmiş gibi alıp geçtiğimiz için hayatı hiç anlayamıyoruz. Bu kadar basit olmamalı. O yüzden hep deşmemiz gerekiyor. Ona bakmaya dayanmalıyız ki anlayalım. Ancak anlarsak bir alternatifini bulabiliriz. Anlamazsak bir şeyin başka türlüsünü düşünemeyiz ki. Anlayarak değil anlamayarak kabul etmek daha tehlikeli bir şey ve hep bunu yapıyoruz. İktidardan korkmamız da bu. Anlamamak bizi çok uysallaştıran bir şey. Çok tehlikeli. Oysa biraz hırçınlaşmamız gerekiyor duygusal olarak. Ne yaşadığımızı fark etmemiz ve itiraz etmemiz gerekiyor
Romanların senin de hep söylediğin gibi otobiyografik özellikler taşımıyor. Yine de merak ediyorum; kişisel hayatınla romanlarında geçen hayatlar arasında nasıl bir yakınlık var?
Benim kişisel hayatım romanlarımda olanların hiçbirini içermeyen pamuk gibi bir hayat. Fakat bu durum algıları açık bir insan olduğum için dışarı ile ilgimi daha da yükseltti. Benim böyle bir hayatım olabiliyorken öbür hayat ne? O kadar bana ait olmayan bir dünyayı yazıyorum ki… Yazdığım çok dışardan baktığım, merak ettiğim ve anlamlandıramadığım bir hayat. Ben o hayatı anlamak için yazıyorum. Yeniden yaratarak çözmeye çalışıyorum. Çünkü yaşadığım ülkede bunlar oluyor. Benim hayatımda değil ama bir parçası olduğum ülkenin hayatında, ülkenin gerçeğinde, birlikte yaşadığım, aynı dönemde yaşadığım diğer insanların gerçeğinde olan korkunç şeyler var. Bende olmaması daha büyük bir merak uyandırıyor. Daha kendimi yakın hissediyorum. Çünkü dışındayım. Uzakta olmak da bazen yakınlaştırıyor. Kişisel olarak bana ait değil ama bir yandan da bana ait. Gözlerim benim kocaman. Kulaklarım kocaman. Kendimden yola çıkarak değil ama algılarımdan yola çıkarak yazıyorum.
Peki bunlar yazarken nasıl bir ruh halinde oluyorsun? Kitapların nasıl ki okuru zaman zaman dehşete düşürüyorsa ya da tedirgin ediyorsa, yazarken okura hissettirdiğin şeyleri sen de yaşıyor musun?
Ağlayarak yazdığım da oluyor. Bazı yerlerde böyle gerçekten bir solukta ve çok sıkılarak, fazla üzerinde durmadan, kusarcasına yazdığım yerlerde olur o genelde. Çok akarak giden ve biraz sert şeyleri anlattığım yerleri öyle yazıyorum. Bir hezeyan halinde. O zaman çok gerildiğim ve sıkıldığım oluyor. Hızlı yazan biriyim, çok yavaş ve düşünerek yazmam. Sonra geri dönüp yavaş ve düşünerek toparlarım ama ilk yazışımda çok esrik, hızlı ve akıcı, hani durursam unuturum, sıkılırım koparım. İşte o zamanlarda da bazen derin nefesler alarak yazdığım yerler çok var.
Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey’in kahramanlarından Olcayto Ran diyor ki; “Her basamağı çivili bir merdivenden doruksuz dağa tırmanmaktır yazarlık. Yağlı urganlardan dipsiz kuyulara kaymaktır. Tuzaklarla doludur yazı. Her kelime tek bir harfle, her cümle tek bir kelimeyle bambaşka anlamlara bulanır. Yazarın iradesi ipleri uzun bir kukladır. Heveslerden duvarlara, zaaflardan hendeklerle çevrili bir adadır yazarlık. O duvarlarla hendekler dışarıdan başkası gelmesin diye değil… İçerden kimse dışarı çıkmasın diye örülmüş ve kazılmıştır. Bir yazarın iradesine terk edilen doğru, artık doğru değildir; bazen her şeydir; bazen hiçbir şey.” Böyle bir şey mi yazarlık? Sence yazar kimdir, nasıl biridir?
Bu o karakterin tarifi. O romanın içindeki tarif. Ama bunun tam tersi başka bir tarifle başka bir karakter de yazabilirim. Bazen de duvarları hendekleri olmayan koca bir çöl. Sınırı yok toparlamakta zorlanıyorsun. Hem her yazarla değişiyor bence, hem de bir yazarın içinde de dönem dönem değişiyor. Ben açıkçası tam bilmiyorum nasıl bir şey olduğunu yazarlığın. Benim için formüle edilebilir bir şey değil. Ben genel olarak her şeyi çok esrik, dağınık ve her an her şey olabilirmiş gibi yaşadığım için yazarlığım da öyle. Yani her metin başka bir tecrübe. Hepsi senin başına başka şeyler getiriyor.
Bir röportajında da kendin için “yazmazsam yaşayamam” türünde bir yazar olmadığını söylemiştin.
Yazmayı o kadar kutsarsam, ciddiye alırsam yazamam zaten. Benim için yaşamak, içinde yazmanın da olduğu, daha karmaşık ve daha mühim bir şey. Zaten hayatın her şeyi ile uğraşıyorum. Bu arada da yazabildiğim için yazıyorum. Tahta da oyabilirdim. Kanadım olsa uçardım. Elimde ne varsa onunla bir şey yapıyorum ve yazabiliyormuşum ki yazıyorum. Yazmak üzerine hayat yapılandırasım yok. Çünkü onu da bir sıkışmışlık olarak algılarım o zaman.
Yazarken kullandığın formüllerin, kuralların, şablonların yok anladığım kadarı ile.
Benim için yok. Bazı insanların ihtiyaçları var. Bazen kurallar bir işe yarayabiliyor. Anlam ifade edebiliyor ama benim için değil. Mesela yazarlık üzerine anlatacak hiçbir şeyim olamaz. Çünkü elli bin çeşit yazar var. Dostoyevski’ye ben bayılırım ama sen sevmeyebilirsin, o senin yazarın değildir. Mükemmel nedir? Benim için Leyla Erbil’dir. Bir sürü insan sevmez, okuyamaz onu. O yüzden bence her şekilde yazılır. Sevim Burak gibi de yazılır. Bilge Karasu gibi de. Leyla Erbil gibi de yazılır. Ama Orhan Pamuk gibi de. Ya da Oğuz Atay gibi de yazılır.
O zaman edebiyat için de şu doğrudur, bu yanlıştır ya da bu iyi yazardır şu kötüdür deme hakkımız yok. Çok satan yazarlar eleştirilir mesela ama o kitaplar olmasa birçok insan hiç kitap okumayacak. Okumasalar da olur deme hakkımız yok diye düşünüyorum. Yani bu işin de bir otoritesi olamaz diyebilir miyiz?
Bu kadar yüce bir şey değil edebiyat ya da sanat. Bir yanı ile çok yüce ama kitapla okur arasında bir kutsallık. Din gibi. Her şey sanat eseri ile senin aranda. Sanatçı bile yok aslında. Ne yazarlığı ne de okurluğu yüceltmekten yanayım. Biri bir şeyler yazıyor, birileri de okuyor… Hepsi bu. Naif bir şey. Aslında naifliğin kutsallığı daha kıymetli bence. O naifliği küçümsememek gerekiyor bu tür ilişkilerde. Kutsamak yerine onun o küçük ve etkili dünyasına saygı duymak daha motive edici benim için.
Dolapdere kitabın için en sevdiğim kitabım demiştin bana. Neden sendeki yeri ayrıcalıklı?
O bir roman değil, hikaye de değil ama kurgusal bir yapısı var. Tamamen belgesel değil. Orada belgesel ile kurguyu birbirine karıştırarak yazmaktan büyük bir zevk aldım. O kadar somut gerçeği kurguya bulayıp anlatmak bir başka özgürlüktü, kurgunun içinde gerçeği kullanmaksa başka bir zenginlikti. O iki durum arasında çok rahat ettim ve o yüzden söylemek istediğim bir sürü şeyi rahatça, çok içime sinen bir şekilde söyledim. Bir de çok dertlendiğim şeyler üzerine odaklandığım bir mevzuydu. Şehrin ortasındaki o yoksul mahallenin o vahşi dünyası, yine benim romanlarda ve hikayelerde, hatta gazetede yazarken bile peşine düştüğüm o karanlık ama çok gerçek olan dünyaya odaklanıp bir otopsi yapma fırsatıydı benim için. Şehre o gözle bakabiliyor olmak ve anlatabiliyor olmak hoşuma gitti.
Yazar olarak kendinden şüphe ettiğin zamanlar oldu mu?
Kendinden şüphe etmediğin zamanlar oluyor mu diye sormalısın. Çünkü ben bir çırpıda yazarım, sonra bakarım “bu yazdıklarımın ne anlamı var” diye karar veririm. Hiçbir işe yaramayacaklarını düşünürüm. Saçmalık gibi gelir hepsi. Önce etrafımdaki üç beş yakın arkadaşıma okuturum. İtirazlarını alırım. Onlar da hiç acımazlar bana. Söyledikleri şeyleri kale alırım. Aklıma yatan olursa değiştiririm. Sonra yayınevine veririm. Yayınevi ile de öyle. Yayınevi “yok bunu basmayalım sen git başka bir şey yaz” dese hiç şaşırmam mesela. Hemen inanabilirim olmadığına. Çünkü çok sevdiğim yazarların olmamış kitapları olduğunu biliyorum. Ancak kitap yayınlanır, sonra okurlarla karşılaşmaya başlarım ve çok samimi bir şekilde etkilendiklerini görünce işte o zaman rahatlarım. Geçtim derim. Ama bu genel olarak hayattaki halim. Benim iddialı olduğum iki üç tane şey vardır. Ama edebiyat için bunu söylemem mümkün değil. Çok riskli bir iş. Fabrika değil ki bu. Özel şablonlar üretmiyorum. Öyle bir garanti olması da gerekmiyor. Mükemmelliyetçi değilimdir. Çünkü ben mükemmel değilimdir. Mükemmeli kovalasam mutsuz olurum. Hatalarımı da severim.
Kitapların zaten çok sarsıcı ama hassas bir hayvansever olarak kitaplarında en dehşete düştüğüm yerler hayvanlara yapılan şeylerle ilgili bölümlerdi. Sen de bir hayvanseversin. Bu kadar hayvan severken bu kadar kutsallaştırdığımız, dokunmak istemediğimiz yaraları deşebilmen çok etkiledi beni. Bu bölümleri okuduktan sonra, o kapalı alanın açılıp didiklenmesinin ne kadar önemli ve gerekli bir şey olduğunu fark ediyor insan.
İşte o kabullenişi kırmak gerekiyor. Bence hiç kabullenmemek gerekiyor. Hep o itiraz, yani ne kadar şiddet karşıtı isem o kadar itiraz yanlısıyım. Karşı çıkmanın ve itiraz etmenin çok büyük bir güç olduğunu düşünüyorum. O kadar konforlu yaşamamız gerekmiyor hayatta. Çünkü zaten konforlu yaşamıyoruz. Korunaklı hayatlarımızın içinde çok kötü durumdayız aslen.
Her şeye kedileri karıştıran biri olarak bu söyleşiye de karıştırmak isterim. Kedisiz bir yazar nasıl yazar hiç anlamam mesela. Kitaplarına, yazılarına ve yaşamına baktığımda gördüm ki kediler ya da hayvanların hep bir yeri var sende de. Kediler ya da hayvanlara dair söyleyeceklerinle sonlandıralım mı söyleşiyi?
Koşulsuz hayvan seven biriyim. Hayvanlarla tanışmadan geçen bir ömrün çok acıklı bir ömür olduğunu düşünüyorum. Başka dünyadan, çok farklı formda, bambaşka akılda bir diğer canlı seninle ilişkiye giriyor ve ortak duygularınız olduğunu keşfediyorsunuz. Bildiğim bir tat olduğu için şu uyduruk hayatlarımızın içinde böyle tatlı bir şeyi kaçırmaya çok üzülürüm ben. Hiçbir şeyi öldüremem. Köpek besleyemiyorum çok sevdiğim halde. Çocuk gibi çok büyük bir ilişki istiyor. İnsana çok bağlı, çok talepkar ve çok özgürlük kısıtlayıcı buluyorum. Fakat deliriyorum, o kadar seviyorum ki onları. Göz göze gelmiyorum aramızda ufacık bir bağ olmasın ve eve almayayım diye. Yeminliyim, köpeğim olmayacak. Zaten tasma takamam, zincire bağlayamam hiç bir hayvanı ben. Kafeste kuşa bakamıyorum. Bu yüzden hayvanat bahçesine de gidemem. Balık mesela, akvaryuma bakamam. O kadar kötü gelir ki bana. Hayvanlarla öyle bir ilişkim var. O yüzden de birçok duyguyu anlatmakta çok yardımcı oluyorlar. Kitaplarımda hep yerleri var. Hep bir yan karakter olarak bir şekilde hikayelere sızıyorlar.
Söyleşi: Şule Tüzül – edebiyathaber.net (24 Ekim 2014)