Yazmaya başladığınız zamanı hatırlıyor musunuz? İlk yazı denemeleriniz hangi türde olmuştu? Ve Ozan Çınar kim?
Ne zaman yazmaya başladığımı hatırlamıyorum. İlk tepkiler edebiyatla ilgili bir internet sitesinde yayımlanan “20 Mikro Öykü” başlıklı yazılarımla geldi. Yüzün üzerinde mikro öykünün ardından farklı tarzda birçok öykümü edebiyat dergileri aracılığıyla okura ulaştırmaya çalıştım. Ardından “Mazgalların Altında” isimli kitabım çıktı ve geçtiğimiz yıl okurla buluştu. Bu senenin başında ise on yedi yazarı bir araya getiren “Hala Barbar mıyız?” isimli bir çalışmanın içinde yer aldım. Üçüncü kitabımı yazıyorum ve ikinciyi okura ulaştırmaya çalışıyorum.
“Ozan Çınar kim?” gibi bir cinayete karışmak istemiyorum. Benim aklıma başkasının yaptığı bir tanım geliyor nedense. Okulda bir müdür yardımcısının “Sen bir anarşistsin ve bu ülkede okumayı hak etmiyorsun!” dediğini hatırlıyorum. On üç yaşındaydım…
İnsanların, gençlerin, tırnak içindeki daha aklı başındaki işler uğruna didindiği bir dönemde öykücü olmak, nasıl bir yaşayışın, duyuşun sonunda karşınıza çıktı. Bu durum sizi korkutmuyor mu, ‘geleceğiniz’ için ne düşünüyorsunuz?
Daha aklı başında işler sizi yok etmek için vardır. Yaşadığımız dünya sizi isteklerinizin peşinden koştuğunuz takdirde sokaklarda sürünerek öleceğinize inandırmaya çalışır. Her fırsatta! Sonra da nevroz’la ilgili kitaplar karıştırmanız için kitapçılara rahat koltuklar koyar.
Artık ölüm korkusu şehirdeki yerini geçim korkusuna terk etti. Bu sebepten dini değerlerin yerini küçük fırsatlar, sıçrama noktaları ve maaşla legalize edilen kontrol yasaları aldı. Çağımızın Tanrı-Patronları retina ekran, 1.6 motor hacmi, site içi dubleks gibi halkalardan oluşan zincirlerini şıngırdatırken, insani değerler kapitalizmin “aklı başında” palavralarına karşı doğası gereği karşı duruyor. Bağımsız film ve bağımsız müzikle, plaklarla, fanzinlerle, salatalık kokusuyla, bisikletlerle, eski fotoğraf makineleriyle; şimdilik… Bu liste elbette gittikçe sertleşecektir. İnsan doğanın bir parçası olduğunu kabullenmediği sürece dünya barışı güzellik yarışmalarında, sevdiklerimizse radyoterapi masalarında sürünmeye devam eder.
Ben bütün bu “aklı başında” zırvalara rağmen, insanın her zamanki gibi kendi hayallerinin peşine düşeceğine inanıyorum. Bu noktada yeniyi okumaya, izlemeye ve dinlemeye mecburuz. Bu örnekler de reklam sektörünün hizmet ettiği dinamiklere uymadıkları için asla ayağımıza kadar getirilmez. Onları bulmak için çaba göstermeli ve yarattıkları ışımayla bütün hücrelerimizi tekrar düzenlemeliyiz. Aksi takdirde internetteki haber sayfalarında sergilenen memelerin arasından dünyayı takip edip, insan zekâsına birer hakaret halinde pompalanan kültür endüstrisi ürünlerine “ticari açıdan başarılı abi!” demeye devam edeceğiz.
Benim seçimime gelince. Ben her şeye rağmen kendime alan açıp hayallerimi insanlara göstermenin bir yolunu arıyorum. Bunu yaparken de herhangi bir tanımın içine sıkışmak istemiyorum. Öykü, şiir veya öykücü, şair, bunlar kitapçı raflarında işe yarayabilir ama benim yaptığım işi etkilemeyen tanımlar. Eseri yahut insanı tasnifleyen her türlü anlayışa karşıyım. Bir yayıncı bunları kullanabilir ancak kendime bir tanım bulmak benim için intiharla eşdeğerdir. Bir şeyi yok etmek istiyorsanız ona bir isim bulun…
Bunun nasıl bir yaşayışın sonucunda karşıma çıktığını anlatabilmem içinse bütün hayatımı saniye saniye izletmem gerekir ki bu da aslında “Nasıl yazıyorsunuz?”, “Yazdıklarınızın gerçek hayatla bağları var mı?” gibi klasikleşmiş soruların da ortak yanıtı. Gelecek kaygılarıyla ilgiyse yazdıklarımdan bir alıntı yapabilirim;
“Gelecekse orada bir yerde; gelecek diye bekliyorsun ama başka bir şey geliyor.”
Öykünün / hikâyenin kalıcılığı sizce nerde, hangi gizde aranmalı? Ya da bir giz aranmalı mı?
Anlattığın dünyayı evrensel değerlere nasıl bağladığın önemli. Evrensellikle kastettiğim şey öyküyü zaman ve mekan üstü bir filtreden geçirmektir. Pieter Bruegel’in “Children’s Games” tablosunda sokaktaki boka merakla çomak sokan bir kız çocuğuyla karşılaşırsınız. Tarih ve kültürler üstü bu ayrıntının oyunla bağlanması onu evrensel bir noktaya taşır.
Joaquin Rodrigo’nun Concierto de Aranjuez’i de böyle bir yapıttır. Eseri dinleyen Diyarbakırlı bir tersane işçisi ile Praglı bir kompozitörü ortak bir noktada birleştirir. Oysa kaynağını baştan aşağı İspanyol Ulusal müziğinden alır.
Yalnız bu kalıcılık meselesi bir tür kalıcılık kaygısına dönüşünce ortaya donuk, anlaşılmak için yalvaran öyküler çıkıyor. Seksenlerde çekilen donuk “sanat” filmlerine benzetiyorum ben bunları. Herhangi bir ülkeye ait olabilecek(evrenselliğin yanlış anlaşılması burada başlıyor), pısırık, hatadan kaçınılmış, hangi kültürden beslendiği belli olmayan katı ve sıkıcı kurgu yığınları… Okuduğum şeylerde bu örneklerle çok fazla karşılaşıyorum. Yazarın üslubundaki oturmuşluk, arayışının bittiği yer olmamalı. Günümüzde bu garantici üslup “ustalık” olarak algılanıyor ki bu oldukça gerici bir tutum. Açıkçası ben bu garanticilerle karşılaşınca bir saniye bile düşünmeden kaldırıp atarım. Acımaya bile değmeyen bir sinsilik seziyorum ben bu tarzda. Çok da yaygındır. Deneysel olana ise her zaman saygı duyarım. En azından para, ödül veya belli bir çevreye yaranma gibi amaçlara hizmet etmez.
Biraz da yazma ritüelleri üzerinden gidelim. Yazmanın size göre bir zamanı var mıdır? Günün hangi saatlerinde daha rahat yazabiliyorsunuz? Mekân fark ediyor mu? Elle mi yazarsınız, klavye ile mi? Yazarken ‘uyarıcı’lara (tütün, alkol, çay, su vb.) ihtiyaç duyar mısınız? Olmazsa olmazlarınız var mıdır?
Yazmak için özellikle bir zaman kollamıyorum. Benim için rahat yazma diye bir şey yok zaten. Kahve fincanlarının boy gösterdiği filtreli fotoğraf rahatlığı geliyor aklıma. Yazmak kesinlikle böyle bir şey değil benim için.
Yazdığım mekân önemsiz, yalnız olmam yeterli. Araç olarak kalem, klavye, daktilo kullanıyorum. Hangisi denk gelirse… Hiç birinin olmadığı bir gün deftere anahtarla kazıdığımı hatırlıyorum. Yazarken “uyarıcı” ya ihtiyaç duymam. O sırada denk gelmişse de bırakmam. Alkolle aramız iyi, tütün kullanmıyorum.
Olmazsa olmazlarım daha çok yazının içindedir. Dışında pek bir şey yok. Belki siyah defter. Not almak için yalnızca siyah sayfalı defter kullanırım…
Hayatınıza etki eden, uykularınızı kaçıran, yürüyüşünüzü değiştiren üç kitap ve üç film adı verebilir misiniz?
Birkaç yüz kitap yahut filmin içinden seçecek olsaydım belki ama bunun için artık çok geç…
Söyleşi: Olcay Özmen – edebiyathaber.net (11 Kasım 2014)