Film izlemek, benim için bilmediğim bir âleme yolculuk, tanımadığım insanların yaşamına konukluk gibi. O yüzden çok heyecan verici ve büyülü bir etkisi var üzerimde. Bu etkinin azalmasını istemediğimden, bir filmi izlemeden önce, hakkında yazılmış yorum içeren yazıları, oyuncularla yapılan röportajları okumamaya gayret ediyorum. Filme karşı bir önyargı geliştirmeden, benden önce izleyenlerin etkisinde kalmadan izlemek, benim için çok daha anlamlı. Bu yüzden sadece fragmanını izleyip özetini okuyarak filmi izlemekten hoşlananlardanım. Başrollerinde İlker Aksum, Fatih Al, Güneş Sayın ve Taner Birsel’in yer aldığı, Seyfi Teoman’ın yönettiği “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” filmini işte sadece bu sınırlı ön bilgilerle izledim.
Film bir cenazenin ardından evde yaşanan hüzünlü hava ile başlıyor. Hüzün bir sis gibi kaplamış sanki her yanı. Ellerinde çay tepsileri ile iki erkek beliriyor o anda. İlk anda yadırgıyorum bu görüntüyü. Bu tür ortamlarda çay servisini hep kadınlar yapmaz mı? Neden iki erkek? Salonda ağlayan kız kim? Ya kızın yanında boğazında boyunlukla oturan erkek? Ölen kimin yakını? gibi sorular zihnimde dolanıp hüznün yarattığı sise takılıyor. Sis yavaş yavaş dağılırken Fikret ve Nihal’in kardeş olduklarını, bir trafik kazasında anne ve babalarını kaybettiklerini, çay servisi yaparken gördüğüm Ender ve Çetin’in lise yıllarından beri çok yakın arkadaş olduklarını, aynı evde yaşadıklarını öğreniyorum. Fikret’in Amerika’ya dönmek zorunda kalması ve Nihal’in yalnız kalmasına gönlünün razı olmaması Ender ve Çetin’in dünyasına Nihal’in katılmasına sebep oluyor. Ve film işte bundan sonra başlıyor.
Nihal’in Ender ve Çetin’in evine taşınması ve sonrasında aynı evde geçirdikleri iki yıla konuk oluyoruz film boyunca. Bu konukluk, önceleri Nihal’in varlığından rahatsız olan bu iki erkeğin zaman içinde Nihale alışması, bağlanması ve sonrasında ikisinin de ona âşık olmasının tanıklığına dönüşüyor. Tanık olduğumuz yaşam, toplumsal kalıplarımızın çok dışında. Bu yüzden de çok özel bir deneyim. Filmi izlerken, izleyici olarak, ne Ender’in ne Çetin’in ne de Nihal’in tarafını tutamıyorsunuz. Film sizi, onların yaşamının içine dahil etmiyor, taraf tutmanıza izin vermiyor. Sadece izleyici olarak kalıyorsunuz, tüm oyunculara eşit mesafede durarak. Ama bu duruş aynı zamanda içinizdeki bir sürü kalıbı da yerinden oynatıyor hatta yıkıyor. Dostluk, aşk, bağlılık, kıskançlık, paylaşım, vefa gibi kavramları yeniden düşünmeye zorluyor film izleyici olarak sizi.
Ender ve Çetin’in arasındaki dostluk öylesine güçlü ki izlerken özenmeden edemiyorsunuz. Dost olmak için birbirine benzemek değil birbirini tamamlamak gerektiğinin hikâyesi, filmde anlatılan… Karşınızda şişman ve göbekli, rahat davranışları ve tavırlarıyla her köşe başında rastlayabileceğiniz mahalle esnafı tipinde Çetin ile içe kapanık ve duygusal halleriyle naif bir edebiyat tutkunu Ender’in birlikteliğini önceleri anlamakta ve anlamlandırmakta zorlanırken bir süre sonra iki ayrı insanı izlemekten çıkıp ikisini tek bir varlık gibi algılamaya başlıyorsunuz. Birbirlerine hiç benzemeyen bu iki insanın yin&yang gibi birbirini tamamlayışları, her şeyin zıddıyla var olduğu gerçeğinin somutlaşmış hali gibi.
Film boyunca burnuma hep edebiyat kokusu geldi, damağımda şiir tadı kaldı. Bunu Ender’in çevirmen oluşuna, bir duvarı boydan boya kütüphane olan odasında çalışmasına, Nihalle hep o odada konuşmuş olmalarına bağladım. Kitaplara olan tutkum nedeniyle filmde Ender’in Nihal’e verdiği kitabı, Çetin için kullandığı “Fareler ve İnsanlar” daki karakter olan Lennie benzetmesini, şiir okunan sahneyi hep zihnimde bir yerlere kaydettim unutmamak için. Filmi izlerken güzel bir kitabı okumanın tadını da alıyordum bir yandan, şaşırarak.
Film bitince ilk işim filmden önce okumadığım yazıları okumak oldu. Artık filmin büyüsünü kendi algılarımla sonuna kadar yaşayıp gizemini çözdükten sonra diğer izleyicilerin ve yorumcuların görüşlerini okumakta hiçbir sakınca yoktu. İnternette filmin adını yazınca bir de ne göreyim. “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” Barış Bıçakçı’nın romanı. Film süresince burnuma gelen kokular meğer bir yanılsama değilmiş, gerçekten edebi bir eserden uyarlanmış bir senaryoymuş izlediğim. Seyfi Teoman kitabı senaryoyu uyarlarken yazar Barış Bıçakçı ile birlikte çalışmış. Genellikle kitaptan filme uyarlamalarda hep eksik bir şeyler kalır. Hiçbir film kitabın duygusunu tam olarak aktaramaz. Bu yüzden önce kitabını okuduğunuz bir filmi izlerken sizin de hep bir yanınız eksik kalır. Bu defa önce filmi izlediğimden mi yoksa senaryo aşamasında kitabın yazarının katkısı olduğundan mı bilmiyorum kitabın edebi tadını filmde yakaladım. Ama bu duyguyu bu şekilde bırakırsam yine bir şeyler yarım kalacaktı. Hemen kitabın siparişini verdim.
Filmi izledikten sonra kitabını okumak acaba sıkıcı mı olacak, heyecan duyacağım hiç bir şeyin olmaması romanının tadını mı kaçıracak diye düşündüysem de ilk satırdan itibaren bu düşüncemde ne kadar yanıldığımı anladım. Filmi izlemek kitapta altı çizili satırları okumak gibiydi. Şimdi kitabı okurken altı çizilmeyen yerleri de okuyor, sanki içimde kalan boşlukları dolduruyordum. Öyle akıcı ve sade bir dille yazılmış ki, kitabı kelimenin tam anlamıyla bir solukta bitirdim.
Yazar bu sade anlatım içine edebi dilini de katmış zarif bir işleme gibi. Daha kitabın ilk cümlesinde “Her şeyin geçip gittiğine, yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandırabilir bizi? Anılarımızı avuç dolusu su gibi her sabah yüzümüze çarpmanın işe yaramayacağına kim inandırabilir?” diyerek kışkırtıcı bir dille anılara yolculuğa davet ediyor sizi. Ardından “Önce aşk vardır. Hatırlamak da, acı çekmek de, sevgilimize vereceğimiz çiçeğin fotosentezi de ondan sonra başlar.” diyerek aşkı tanımlayan; “Balkondaki fesleğenler yusyuvarlak olmuştu. Bir çocuğun başını okşar gibi okşuyorduk onları.”diyerek ruha dokunan betimlemeler yapan yazar; “Her şey çok çocukça ve çok keder vericiydi. Aklıma sevdiğim bir romandan bir cümle gelmişti. Kederin bizi başrole taşıdığı, ikimiz dışında her şeyi cılız bir manzaraya dönüştürdüğü o anda, cümleyi kendimce yeniden kurdum: Bizim büyük çaresizliğimiz Nihal’e âşık olmamız değil, sesimizin dışarıdaki çocuk seslerinin arasında olmayışıydı. Asıl çaresizlik buydu” diyerek romanının sır kutusunu açıyor. Romandan alıntıladığım bu konuşma filmde yok. Bence filmin en büyük eksikliği de bu. Çünkü bu diyaloğun olmaması pek çok izleyicinin gözünde en büyük çaresizliğin Nihale âşık olmak olarak algılanmasına sebep olabilir. Oysa sanılanın aksine burada anlatılan bana göre, Ender ile Çetin’in hikâyesi. Onların çaresizliği; acınacak, üzülecek bir çaresizlikten öte özenilesi bir yerde duruyor. Dışarıdaki çocuk seslerine katılamayan o iki çocuk belki hiç büyümedi. Belki hep eksik hep yarım kaldı. Ama bu eksiklerini koşulsuz, beklentisiz bir sevgiyle birbirlerinde tamamlayışları, değiştirmeye çalışmadan sevmeleri birbirlerini ve kimselere benzemeyen bu iç dengeleri ile sonuçta büyük çaresizliğin onları taşıdığı nokta hiç de azımsanacak bir yer değil. Bu yüzden çaresizliğe bir güzelleme bu film.
Film sona erdiğinde yinelenen bir şiir kalıyor geride, hiç bitmeyecek bir soru gibi…
kimim ben, böyle çöle bulanmış
alnımda güneşin tokadı
kimim ben?
önümde üç günlük yol…
ve başımın üzerinde yırtıcı kelimeler,
dönüp duruyor.
kimim ben?
sen adımı söylerken…
sesinden meyveler toplayan.
anlamın kızıllaşıp battığı ufka doğru içimde kargacık burgacık bir kervan
kimim ki ben, sana rüyalar taşıyan?
gökkubbe alçak,
hırka dar,
tecrübem eksik,
söyle,
kimim ben?
Fatma Yakan – edebiyathaber.net (20 Kasım 2014)