Arkeoloji, gelecek için geçmişi okumak, unutulmuş tarihsel hatıraları yeniden canlandırmak iddiasındaki bir disiplindir. Bir Buzdağı olarak yaşamın görünmeyen köklerini disiplinlerarası bir yaklaşımla ortaya koyan, farklı açılardan fotoğraflarını çekip anlamaya dair okumalar yapan bir anlayışı temsil eder. Asıl çalışma nesnesi olan eski eser yardımıyla ulaşmaya çalıştığı, insanın geride bıraktığı yılların muhasebesini yapar. Arkeoloji, bireyin, toplumsal ilişkilerin ve zihinsel çerçevenin bir yansıması olan insan elinden çıkmış maddi kültür kalıntıları yardımıyla insanın anlaşılmasına katkı sunma çabası içindedir.
Arkeolojik materyal geçmiş hakkında bir şeyler söyleyebilecek simgesel bir manaya sahiptir ve bir yazılı metin gibi okunabilir. Arkeologlar, türlü yöntemlerle ulaştıkları arkeolojik verileri okuyarak geçmişe dair tutarlı bir metin oluşturmak, karanlığa gömülmüş ortak toplumsal hafızayı yeniden canlandırmak arzusunu taşırlar… Bu çaba içinde araştırılan geçmişten elde edilen nesnelerin sunduğu her harf, kelime ve cümle, geleceğin inşasının yapı taşlarını oluşturur…
Geçmişte yaşamış insana ulaşmayı sağlayacak arkeolojik kazılar onlarca yıl süren bir geçmişe sahip olabilmekte. Hatta bazı kazıların kendisi bir arkeolojik nesneye evrilmekte ve hatta arkeolojinin kendisi bir arkeolojik nesneye dönüşebilmekte. Bu örneklerde kazı ve araştırma tarihinin arkeolojisini yapmak, hafızayı tazelemek, yapılan çalışmaların zamana karşı dirençlerini ölçmek ve anlamın güncellenmesini sağlamak açısından önem taşır. Çünkü arkeoloji biraz da arkeolojinin arkeolojisidir. Sürekli akan zaman, değişen dünya gerçekliği, bilim ve teknolojik yaklaşımlar, arkeolojik materyalin yeniden yorumlanmasını zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle arkeolojinin bir misyonu da, araştırma nesnesini tüketmemek geleceğe taşımaktır. Arkeolojik yerlerin kazılarının geleceğe de bırakılması, arkeoloji biliminin kendisini yenilemesi açısından önem arz eder…
Arkeolojinin farklı boyutlarını gündeme taşıyan bir sergi geçtiğimiz günlerde İstanbul’da Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi’nde açıldı. 7 Aralık 2014 yılına kadar ziyarete açık kalacak sergi, Hatay’ın Amik Ovası’ndaki Aççana Höyük’te yer alan Tunç Çağ şehri Alalah’ın arkeolojik kazılarını ve burada yapılan bazı arkeolojik çalışmaları gözler önüne seriyor. Mukiş Krallığı’nın başkenti olan Alalah 1930’lu ve 1940’lı yıllarda Leonard Wolley tarafından kazılmıştı. Bugün kazı başkanlığını Aslıhan Yener’in yaptığı bu antik kente ve onun arkeolojisine dair pek çok hatıranın resimlendiği bu sergi, tam da yukarıda söz ettiğim “arkeoloji, arkeolojinin arkeolojisidir” sözünün karşılığını oluşturuyor. Leonard Wolley’in yaptığı arkeolojik kazılardan, etnoarkeolojik çalışmalara ve hatta deneysel arkeoloji araştırmalarına kadar pek çok aşama bu serginin görsel şölenini oluşturmaktadır. Wolley tarafından ilk kez kazıldığı yıllarda bağımsız olan Hatay’ın, çok uluslu demografik yapısından, ortaya çıkarılan ünlü “bit hilani” tipindeki saray yapısına kadar pek çok bilginin günümüze taşındığı bu sergi, tarihin tanıklığını yapmakta, geçmişin anlamını fotoğraflamaktadır.
Koç Üniversitesi Yayınları serginin bir de kitabını yayımlamış: “Unutulmuş Krallık: Antik Alalah’ta Arkeoloji ve Fotoğraf”. Geçmişi yeniden resimleyen bu kitap klasik bir arkeoloji kitabından çok daha fazlasını içermektedir. Höyük kazılarından elde edilen ve Türkiye dışına taşınmış arkeolojik verilerden Arkeo-park Projesine ve araştırmadan elde edilen verilerin günümüzle bağını kuran bazı çalışmalara kadar pek çok konunun yer aldığı kitap, Türkiye’de son günlerde, inşaat sektörünün verdiği tahribatlar nedeniyle gündeme hep olumsuz haberlerle yansıyan arkeolojinin nasıl bir toplumsal rol üstlendiğini göstermesi açısından büyük önem taşımaktadır. Tunç Çağ’ın en güçlü merkezlerinden birisinin arkeolojisi ve burada 85 yıldır sürdürülen arkeolojik araştırmaların arkeolojisi bu sergi ve kitabın içeriğini oluşturmaktadır.
İsmail Gezgin – edebiyathaber.net (3 Aralık 2014)