Tüyap Kitap Fuarı’nın Macar konukları arasında, Kasım ayında Monokl Yayınları’ndan çıkan Son Pencere – Zürafa romanının yazarı Péter Zilahy de vardı. Kitabı, merkezinde Soğuk Savaş’ın sonlarına doğru birçok Doğu Avrupa ülkesindeki sokak hareketlerinin olduğu bir yolculuk hikâyesi olarak okumak mümkün ya da diktatörlük rejiminde yetişmiş birinin gözünden bir geçiş süreci hikâyesi de diyebiliriz. Bu yolculukta kitaba alfabenin baş harfleri, fotoğraflar ve sokak hareketlerinin ortak noktalarından biri olan mizah eşlik etmiş. Böylece biçimsel açıdan yeni, içerik açısından ise –Gezi sonrası– çok tanıdık bir kitap karşımıza çıkıyor. Biz de kitap üzerinden aşinalık ve yabancılık üzerine, hatırlamanın önemi ve tabii mizah üzerine söyleştik.
Kitap ismini, okumayı öğrendiğin resimli çocuk kitabından almış; “A’dan Z’ye Pencere Zürafa bize okuma yazma öğrenmeden önce okumayı söktüren resimli bir kitaptı… A’dan Z’ye, dünyayı herkesin anlayacağı biçimde abecesel nizamda önümüzde seriyordu. Her şeyin bir yeri ve bir anlamı vardı…” diye tanımladığın bir kitaptan bahsediyoruz. İki kitap sadece ismiyle değil, biçimsel olarak da benziyorlar birbirlerine; sen de romanını A’dan Z’ye bir sözlük roman olarak kurgulamışsın. Kitabın derdini ve bunu anlatmak için çocuk kitabını seçme nedenini biraz anlatır mısın?
Romandan önce yıllarca şiir yazdım, bu nedenle bir fikri doğru bir biçimde ifade etme yolunu bulmak benim için çok önemli. Bu kitabın asıl derdi olan diktatörlüğü anlatmanın en iyi yolunun ne olacağını bulmaya çalışırken, bir gün bu fikir çıkageldi. Diktatörlük rejimi tarafından hepimiz çocuk muamelesi gördük, sadece benim kuşağım değil, ailem de öğretmenlerim de aynı muameleyi görüyordu. Bu nedenle diktatörlük üzerine yazmanın en iyi yolunun, çocuklar için hazırlanmış bu resimli kitap olabileceğini düşündüm ve onun kılığına soktum. Bu kılık sayesinde kitabı hem görsellerle zenginleştirme olanağı buldum, hem de onun masum izleyici gözünden saçma bir nostalji havasına girmeden hepimizde ortak olan anıları deşmek mümkün oldu.
Çocukluk anıların, yetiştiğin diktatörlük yılları üzerine yazarken keşfettiğin bir şey oldu mu?
Merakını kaybetmemiş kişiler için kargaşanın hâkim olduğu dönemlerde yetişmek, zorunlu olarak kötü bir şey değildir. Ama diktatörlük rejiminde uzun sure yaşamak, bitmek bilmeyen bir aşağılanma hissi yaratıyor ve bu seni köleye çevirebilecek ya da kinik biri yapabilecek, yani kişiliğini değiştirebilecek güce sahip. Her iki dünyayı da deneyimleyebildiğim için şanslıydım, eski rejimde büyüdüm ve ardından vahşi faydacılıkla gelişen pazar ekonomisini gördüm. Yazarken hem bu iki dünya arasındaki farkları ve benzerlikleri çok daha net fark ettim hem de nereye gittiğime dair belli bir açıklık kazandım.
Kitabın 2004 yılında Ukrayna’daki Turuncu Devrimi etkilemiş. Sokak hareketlerine dâhil olmuş herkesin okuduğunda göreceği gibi kitap, aktivistin el kitabı işlevi de görüyor. Ukrayna’daki harekete etkisi de bu yolla mı oldu?
Kitabım Ukrayna’da devrimden hemen önce Yılın Kitap Ödülü’nü aldı ve bu sayede devrimde yer alan aktivist gençlerin çoğu kitabımı okumuş ve ellerinin altında bulundurmuşlardı. Dolayısıyla bu etkinin zamanlamayla da alakalı olduğunu söyleyebiliriz. Temelde kitabımı barışçıl gösteriler nasıl yapılır üzerine bir el kitabı olarak kullandılar ve Kiev sokaklarında romanımdan bazı bölümleri sahnelediler. Ukraynalı yazar Yuri Andrukhovytsch bana bir gün şöyle yazmıştı: “Tam şu an kitabını yaşıyoruz”. Bu ifade sonrasında Almanya ve İspanya basınında da yer aldı. Bu Yılın Kitabı Ödülü’nden çok daha büyük bir ödüldü. Çok nadir başımıza gelen bir şey yaşanıyordu, yaşam sanatı taklit ediyordu.
Kitabının İngilizcesini Gezi’den önce okumuş olduğum için Ukraynalı yazarın ne demek istediğini çok iyi anlıyorum. Gezi’nin ilk günlerinde kitabını hatırlamış ve iki nokta belirmişti zihnimde: Kullandığın mizah ve “Dünya Belgrad”dır sloganı, çünkü mizahın en güzel haliyle yeniden tanışmıştık ve “Her Taksim Her Yer Direniş”ti. Katıldığın sokak hareketleriyle Gezi’yi karşılaştırdığında, benzerlikleri ve farklılıkları açısından ne söylersin?
Avrupa’nın merkezindeki ve batısındaki gösterilerle en temel benzerliğinin, barışçıl olması ve kullandığı mizah olduğunu söyleyebilirim. Ancak aynı zamanda Avrupa’nın doğusundaki ve Asya’daki gösterilerle en temel benzerliği de, protestoların başından sonuna dek süren polis şiddetiydi. Bu klişelerin büyük oranda işlemeye devam ettiğini görmek gerçekten üzücüydü. Benim için Gezi’nin farklı yanıysa, vurulmuş ya da yaralanmış olabileceğini düşündüğünüz arkadaşlarınızın içinde olduğu kalabalığı televizyon haberlerinde izlemenin yarattığı o duyguydu. Daha önce başına geldiyse, gaz bombasını yüzünde hissediyorsun. Tanıdık yüzleri arayarak görüntüye başka bir gözle bakmaya başlıyorsun. Tarihi, o an yaşanırken izliyorsun, daha önce hiç olmamış bir şey bu ve bazen de kendini ekranda görüyorsun. Ekranın kendisinin çok güçlü bir etkisi var, başkalarının da izlediğini biliyorsun ve bu durum ya yakalanacağın ya da tam tersine hayatının kurtulacağı anlamına geliyor.
Kitabında devleti tanımladığın yerde, devletin tek dil olduğunu da söylüyorsun. Direnişlerin ortak noktasını, mizahı hatırlatıyor bu bana. Mizahın bu dili bozduğunu, değiştirdiğini ya da ona meydan okuduğunu düşünüyor musun?
Sistem temelde yalan üzerine kuruluydu. Yüzümüze karşı yalan söylüyorlardı. Haberler büyük bir ciddiyetle veriliyordu ve hemen hiçbiri doğruyu söylemiyordu. Sansür nedeniyle çok da fazla konuşamıyorduk, bu nedenle de doğruyu söylemek için mizahı kullanıyorduk. Rejim mizahı ciddiye almadığı ölçüde, o dili kullanmakta bir sıkıntı yoktu. Böylece mizah bizim aramızda bir şifre halini almıştı, yani önemli bir mesele varsa, onun mizahla dile geldiğini öğrenmiştik. Sınırlar arasında okumayı öğrenmek zorundaydık ve haberin doğrusunu duyabilmenin bir yoluydu bu. Halen bir şeyleri büyük bir ciddiyetle anlatan insanlara güvenmem, yalan söylediklerinden kuşkulanırım. Doğruyu aramanın ve yalancıların altından halıyı kaldırmanın bir yoluydu ironi ve hâlâ da öyle.
Tüyap Kitap Fuarı’ndaki konuşmanda, protestoları önemli kılan şeyin, sonuçları değil estetik bir deneyim olarak protestonun kendisi olduğunu söylemiştin. Biraz açar mısın?
Politik olarak ne kazandığını göz önünde bulundurup utanç ya da öfkeyle arkana bakmaman gerektiğinden bahsetmiştim. Can sıkıcı bir tarafı olduğu kesin, ama başka bir açı daha var. Önemli olan, örneğin Gezi’nin senin yaşamında, hatta milyonlarca insanın yaşamında, İstanbul’un tarihinde biricik bir an olduğu gerçeğidir. Bu coşkuyu, özgürlük duygusunu milyonlarca insanla birlikte paylaşabildiniz. İnsanın başına çok nadir gelebilecek bu deneyimi estetik bir deneyim olarak nitelendiriyorum. Orada geçirdiğin her anı zenginleştirmeli, hatırlamalı ve bununla gurur duymalısın. Senden alamayacakları tek şey bu; hayatının sonuna kadar seninle kalacak bir şey. Bu anların taşıdıkları anlam, başarıya ulaşmış bir devrimden çok daha fazla olabilir. Devrimler başarıya ulaştıklarında genellikle çirkinleşirler; Gezi’nin güzelliğini düşün, demek istediğim buydu.
Sürekli altını çizdiğin bir şey, hatırlamak. Kesinlikle katılıyorum ve hatta hatırlamanın göründüğünden çok daha önemli ve çok daha zor olduğunu düşünüyorum, hele de unutmanın bu kadar olay olduğu konformizm ve hız çağında. Günümüzün entelektüellerinin belki de en önemli işlevi ya da sorumluluğu hatırlamak ve hatırlatmak dersek, katılır mısın? Ya da nedir?
Benim gözümde entelektüelin işlevi insanları yönlendirmek değil, onlara metaforlar vermektir, bu yolla olmakta olan şeyi görmelerini ve onunla yüzleşmelerini sağlamaktır. Eğer yapabiliyorsan onun zarar görmemesini sağlamak ve çoğu zaman baştan çıkarıcı olan deneyimin önüne set çekmemektir. Nereden geldiğimizi unutmamak da çok önemli. Ayrıca entelektüeller insanların tek başına yapabildiklerinden çok daha fazlasını birlikte yapabildiklerini unutuyor ve kendi egolarına kapılıp gidiyorlar. Gezi örneğin, bunu hatırlamaya yardımcı olabilecek deneyimlerden biridir. Yani evet, hatırlamanın ve hatırlamanın çok önemli olduğuna kesinlikle katılıyorum.
Söyleşi: Arif Yıldız – edebiyathaber.net (17 Aralık 2014)