Edip Cansever, 57 yıllık yaşamına 17 şiir kitabı sığdırmış, bu şiir kitaplarının yedisinde uzun dramatik yapılı şiirler kurmuş bir “İkinci Yeni” şairi. Duygudan çok düşünceyi ön plana alan yapısıyla şiirleri kolayca ezberde kalmayan, mısradan değil şiirin bütününden dünyaya yönelip dünyayı kavramak isteyen “düşüncenin şiiri”ni “çoksesli” şiir yazma tarzıyla kuran büyük bir usta.
Edip Cansever, Muzaffer Erdost tarafından Ece Ayhan, İlhan Berk, Sezai Karakoç, Cemal Süreya, Ülkü Tamer ve Turgut Uyar’ın yanında “İkinci Yeni” olarak adlandırılan şiir akımının öncüllerinden sayılmıştır. Uzun şiirlerinde özellikle varoluş sorunsalı üzerinde duran Edip Cansever’in şiir anlayışında varolma biçimlerini ele alan Devrim Dirlikyapan, Metis Yayınevi tarafından yayımlanan “Ölümü Gömdüm, Geliyorum” isimli kitaba çok önemli bir imza atmıştır.
Devrim Dirlikyapan, Cansever’in birçok özgün karakter yaratarak dramanın olanaklarından yararlandığını, sözdizimi ve imge yapısında önemli değişiklikler yaptığını, diyalog ve içmonolog gibi düzyazıya özgü çeşitli anlatım biçimleri deneyerek şiirin olanaklarını geliştirdiğini ve “İkinci Yeni” hareketinin yönelimleri arasında sayılan “anlamsızlık” “rastlantısallık” “akıldışılık” ve “bireycilik” gibi özellikleri hiçbir zaman benimsemediğinin altını çiziyor.
Dirlikyapan, Cansever’in bazı varoluş sorunsalları üzerinde durmaya, şiirde duygudan çok düşünceyi öne çıkarmaya “Umutsuzlar Parkı” ile birlikte başladığına işaret ediyor. Yine o dönem yazdığı yazılarda ve katıldığı söyleşilerde “düşüncenin şiiri”ne ve şairin bir düşünür olarak önemine dikkat çektiğini sözlerine ekliyor. Her ne kadar “Umutsuzlar Parkı” önemli bir dönemeç olsa da Cansever için tam anlamıyla bir “dönüşüm”den söz edilemeyeceğini belirten Dirlikyapan, örneğin “Umutsuzlar Parkı”ndan sonra yayımlanan “Petrol”(1959) adlı kitabıyla kısa şiirden vazgeçmediğini, ondan sonra yayımlanan “Nerde Antigone”(1961) ve “Tragedyalar”(1964) adlı kitaplarıyla da uzun şiirlerini sürdüreceğini gösterdiğini belirtiyor.
Edip Cansever, şiir için yeni olan temaları işlerken biçimsel olarak da yeniyi arayan bir şairdir. Düzyazıdan yararlanan şairin bu bağlamda düzanlatıma düşmediğinin altını çizen Dirlikyapan, Cansever’in kısa ve uzun şiirler olarak iki ayrı tarz geliştirdiğine dikkat çekiyor. Sözü Cansever’in kendi cümlelerine bırakırsak:
“Kısa şiir ve uzun şiir arasındaki ayırım, hiçbir zaman şiirsel bir değer ayırımı değildir. Tıpkı bir maratoncuyla bir kısa mesafe koşucusu arasında atlet olmaları bakımından herhangi bir ayırım bulunmadığı gibi…”
Dramatik şiir ve dramatik monolog üzerine uzun bir tartışma geliştiren Dirlikyapan, sonuç olarak dramatik monoloğun en temel özelliğinin şairden farklılığı ad, unvan, meslek, cinsiyet ve benzeri özelliklerle ayırt edilebilen bir karakterin konuşmasına dayandığını belirterek, Cansever’in de dramatik monoloğa yöneldiğinin altını çiziyor.
Dramatik monoloğun en yetkin örneklerini Victoria Dönemi İngiliz şairlerinden Robert Browning’in verdiğini, T.S Eliot ve Ezra Pound gibi şairlerce geliştirilen bir tür olduğunu, Cansever’in de Eliot’tan çok etkilendiğini söyleyen Dirlikyapan, “Ölümü Gömdüm, Geliyorum” kitabında, Cansever’in “Umutsuzlar Parkı”, “Nerde Antigone”, “Tragedyalar”, “Çağrılmayan Yakup”, “Ben Ruhi Bey Nasılım”, “Bezik Oynayan Kadınlar”, “Oteller Kenti” kitaplarını ‘dramatik monolog’ bağlamında irdeliyor.
“Eliot’a göre bir şiirin dramatik olup olmadığını belirleyen, üçüncü sestir. Her şiirde birden fazla ses duyulduğunu ifade eden Eliot, şiiri en başta şairin kendi kendisiyle konuşması olarak kabul eder. ‘Eğer şair şiirinde kendisiyle konuşmasaydı, sonuç, mükemmel bir hitabet olsa bile şiir olmazdı’ der. Hemen ardından ‘Ama şiir özellikle şair için yazılmış olursa, çok özel ve bilinmeyen bir dilde yazılmış olurdu; ve yalnızca şairine hitap eden şiire şiir denemez.’ Diye ekler. Buradan Eliot’a göre her şiirde birinci ve ikinci seslerin varolduğu sonucu çıkmaktadır. Dramatik monologlarda bu seslere üçüncü ses de eklenmiş durumdadır. Eliot’ın dramatik monologlarda yalnızca üçüncü sesi değil, üç sesi birden duyduğumuzu düşünmesi, dramatik monolog ile lirik şiir arasındaki yakınlığı da kabul ettiği anlamına gelir. Eliot’a göre ‘dramatik monologlarda işittiğimiz ses, kendine ya tarihi kişilerin, ya da edebi karakterlerin değişik maske ve kostümlerini almış olan yazarın kendi sesinden başka bir ses değildir. Karakterin kişiliği, bir birey ya da en azından bir tip olarak konuşmaya başlamazdan önce kendisini göstermeli(dir).”
Cansever’in dramatik monoloğa yönelmesinin bir nedeni T.S Eliot’tan etkilenmesi ise de diğer nedeni de onun çoksesli bir şiire ulaşmaya yönelik çabası olduğunu vurgulayan Dirlikyapan, bu bağlamda Cansever’in teksesli şiirden çoksesli şiire yönelmek gerektiğini, bunun içinse en kapsamlı ölçünün mısracılık değil, akıl olacağını savunduğunu belirtiyor.
“ Cansever’in çoksesli bir şiir yaratma düşüncesi, düzyazı türlerinden yararlanmayı gerekli kılmış, birçok yazsısında ve söyleşisinde şair, şiir olanaklarını genişlettiği ölçüde düzyazıdan kaçınmamak gerektiğini savunmuştur. 1985 yılında Broy dergisinde yayımlanan ve son söyleşilerinden biri olan ‘Şiir Üstüne Söyleşi Notları’nda da bu konuya değinmiştir:
Bütün sanatların şiire, şiirin de bütün sanatlara katkısı vardır elbette. Örneğin Oteller Kenti’nin ‘Sera Oteli’ bölümündeki düzyazısal şiirler dikkatle okunduğunda görülecektir ki, dizelerden daha yoğun bir dizeler birleşimi ön plana geçmektedir. Bu böyleyse, bir düzyazı örtüsü, bir düzyazı dokusu şiiri çerçevelemiyor, bunaltmıyor, onun özgür yapısını kısıtlamıyor demektir.
Uzun şiirlerindeki öykü öğesine gelince, öyküden çok bir anlatma söz konusudur burada. Ayrıca he şiir önünde sonunda (az ya da çok) bir ‘anlatma’ değilse nedir?
Ekleyeyim: Sait Faik’in “Hişt Hişt” öyküsünde ne kadar şiir varsa, benim şiirlerimde de o kadar öykü vardır.
Diyebilirim ki, bütün sanatsal türler, şiirin potasında eriyebildiğince, şiirin doğal gereçleridirler.”
Nazê Nejla Yerlikaya – edebiyathaber.net (23 Aralık 2014)