Anthony Burgess adını, özellikle Otomatik Portakal’la duymuş ve sevmiş olan okur için şen haber: Daha önce Metis Yayınları’ndan çıkan Bir Elin Sesi Var, birkaç ay önce İş-Kültür Yayınları tarafından yeniden basıldı.
Burgess, Bir Elin Sesi Var’ı 1961’de müstear adla yayımladığında Britanya’nın Soğuk Savaş döneminde hızlı bir değişim geçirdiğine, kitabın tam da böyle bir zamanda yayımlandığına ilişkin arka kapakta yer alan not, romanın modern insanın tüketim kültürüne yöneltilen sert bir eleştiri olduğu göz önüne alındığında önemli bir zaman dilimini işaret ediyor.
İki büyük paylaşım savaşının ardından yükselen geç kapitalizmin doğasının yozluk, hoşluk ve boşluk üzerine kurulu olduğunu anlatan Bir Elin Sesi Var; yozluğu doğadan ve üreterek yaşamaktan kopuk, hoşluğu materyalizmin göz boyayan, tüketime kışkırtan ama bir kuyu misali yutan imgelerine teslim olan, boşluğu ise elde avuçta ne varsa verdikten sonra hiçbirinin karşılığını alamayan, yaşamları haybeye giden insan tasvirleriyle ortaya koyuyor.
Romanın anlatıcısı Janet, cahil ve sıradan bir kadındır. Dünyaya gözleri kapalıdır. En büyük eğlencesi televizyondur. Sık sık okulda iyi bir eğitim vermedikleri için bilgisiz kaldığı bahanesinin arkasına sığınır. Kocası Howard ise fotoğraf çeken beyne sahip, entelektüel ve sanatsal değerleri olan biridir. Çiftin çocukları yoktur çünkü Howard dünyanın tekinsiz olduğunu düşünmekte, sürekli yeni bir savaş tehlikesinden ve hidrojen bombasından bahsetmektedir.
Hırsızlık yapabilecek karaktere sahip olmayan Howard, dürüst yollardan zengin olabileceğini, bunun ise ancak şans sayesinde mümkün olduğunu söyler. Fotoğraf çeken beynini kullanır, kitaplar ve edebiyat üzerine bir TV yarışmasında birinci gelerek hem ünlü hem de zengin olur.
Çift, kapitalizmin simge ülkesi Amerika’ya yolculuğa çıkar. Howard’ın amacı elindeki onca parayla dünyanın değişip değişmeyeceğini görmek iken, Janet için süreç pek de aynı biçimde gelişmez. En baştan beri gelecek için kaygıları olan, paranın bir kısmını ayırmak gerektiğini söyleyen, eli para, sırtı kürk görünce modern zaman insanının düştüğü hataya düşerek hayata gereğinden fazla anlam yükleyen Janet’ın sonu, parayı yaşamak için harcamak gerektiğine inanan Howard’ınkine elbette benzemeyecektir.
Bu anlamda romanın keskin bir biçimde aydın portresi çizdiği de söylenebilir. Howard’ın kişiliğinde anlatılan, uzlaşmazlığı, uyumsuzluğu ve isyanı ile 20.yüzyıl aydınının kaderidir. Onun “fotoğraf çeken beyni” ise, kendisini zengin edecek bir yeti olmaktan çok, romandaki simgesel varlığıyla, modern insanın yoz değerlerine ve açmazlarına odaklanan, her şeyi gören bilgece bakan gözlerdir.
Hayat, kuyusuna akıtılan onca paraya rağmen değişmemektedir. Karşılığında hiçbir şey vermemekte, geriye hiçbir şey bırakmamaktadır. Howard’a göre vazgeçmek, eşiyle birlikte bu dünyadan göçmek ve böylece bir karşı ses yükseltmek en iyi çözüm gibi görünmektedir…
Bir Elin Sesi Var, Malay dilinde “karşılıksız aşk” anlamına geliyormuş. Romanın bir yerinde Howard’ın ağzından öğreniriz ne olduğunu:
“Zen Budizm’den bir şey bu… Hayal edebilmek için uğraşmak gerek… Bu, Gerçeklik’le ilişki kurabilmenin bir yolu, saçmalıktan geçen bir yol… Sessiz bir gök gürültüsünü, başsız, vücutsuz ve kanatsız bir kuşun uçmasını hayal etmek gibi. Tanrı’ya ulaşmanın yollarından biri diye kabul ediliyor.”
Bir el, eşini kurban vermiş ve tek kalmış olmakla alkışa devam edebilir mi? Karşılıksız aşktan sonra insan yeniden âşık olabilir mi, kendine ve insanlara inancını kaybetmeden? Ödün vermenin, adayışın sonunda hayatla uzlaşmak olmasa bile bir çıkış yolu görmek mümkün olur mu, hayal eden ve uğraşan insan için?
“Bir elin nesi var, iki elin sesi var”, dilimizde birlikte üretmeye, yardımlaşmaya verilen önemi gösterse de, sanırım hiç yalnızlaşmayı çağrıştırmadı. Oysa Burgess’ın romanında bu deyim, üstelik manidar biçimde atasözünün yarısı, eşlik beklentisinin aldatıcılığını, yaşama biçimleri ortak gibi görünse de bakmak ve görmek söz konusu olduğunda nasıl da tek başına kaldığımızı, artan yalnızlıklarımızla kör topal idare ettiğimizi düşündürmüyor değil.
Kitabın yayımlandığı 1960’lı yıllarda Zen Budizminin Batıda yoğun ilgi gördüğünü ve modern yaşayışa bir alternatif olarak edebiyatta yer aldığını belirtmek gerekir belki. Aynı izlere Amerikan edebiyatında Salinger’ın eserlerinde rastlanıldığını hatırlayalım. Bu bağlamda iki yazar arasında bir köprü de kurulabilir…
“Hayatın kendisi büyük bir ceza, ama Tanrı’ya şükür istediğimizden fazlasına katlanmak zorunda değiliz,” diyen Howard’la, “Kötü olan dünya değil, dünyadaki insanlar,” mottosuna yürekten bağlı Janet arasında bir tercih yapmalı: Vazgeçmek mi, savaşmak mı? Ne yazık ki kitabın sonunda okurun bu soruya cevabı acıtıcı olabilir çünkü onur denilen şey bazen direnmenin değil, vazgeçmenin parçasıdır…
Kitabın akıcı, pırıltılı Türkçesini Roza Hakmen’in enfes çevirisine borçlu olduğumuzu da belirtelim.
Zeynep Sönmez – edebiyathaber.net (31 Aralık 2014)