Deniz tüm maviliğiyle karşımda boylu boyunca uzanıyordu. Güneş yazı anımsatır cinstendi. Yazın geldiğini sanan doğa sanki bir gecede yeşermiş, renklenmişti. Çölde vaha gibiydi yalancı yaz. Ocağın ortasıydı ama kediler mart şarkısı söyleyerek ortalıkta cirit atıyordu. Bir yerlerde baharda doğması beklenen bir bebeğin mevsimleri şaşırıp erkenden doğduğuna yemin edebilirdim. Yüzlerini görmüyordum ama aşağı kaldırımda yürüyen kalabalığın cıvıltısını duyabiliyordum. Güzel havayı değerlendirip pazar yürüyüşüne çıkmışlardı belli ki. Bunlar şehirdeki son aklı olan insanlardı, akılsız olanları Alışveriş merkezlerinde bulabilirdiniz. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler her şey canlanmıştı. Taş olsa içi pırpırlanırdı bu havada ama mezar taşı olmanın başka bir ağırlığı, dünyaya söylediği başka bir şeyler vardır sanırım. Etrafta bir tek mezar taşları hala ölü, hala buz gibiydi. Ölümün hatırlatıcıları. İnsan böyle havalarda ancak yaşama inanabiliyordu. Aşiyan mezarlığında Atilla İlhan’la oturuyorduk karşılıklı şu güzel havada. Ben konuşuyordum, o dinliyordu denize karşı.
Pürençetin – edebiyathaber.net (2 Ocak 2015)