Uzun ve ağzımızda kekre bir tat bırakan eski yılı geride bırakmış, yeni yılın örtüsünü açmakla meşguldük. Tedirgindik. Mutluluğa dair çok fazla işaret yoktu önümüzde. Gökyüzü sıkıntılıydı. Bekleyiş çileli.
Derken, göğün bilmediğimiz bir katında aylarca hapis kalmışçasına telaşla koşturan kar taneleri mutluluğun önündeki görünmez engellerden birini kaldırdı. Kar lapa lapa değilse de deli bir fırtınayla yağıyordu. Yavaşladık. Çocuklar sabah okula koşturmayacaktı. Neşeli çığlıklar atıyorlardı. Kimsenin karışmadığı uzun rüyalar göreceklerdi kar yağdığı sürece. Özgürlüğün tadını çıkaran kar tanelerine bakarken, kadın olmayı erkek olmayı, yenik ya da muzaffer olmayı, haklı olmayı haksız olmayı unuttuk bir süre, gökyüzünden inen mucizeyi seyre koyulduk.
Saydam kar tanelerinin düşmeye başlaması hıza bağımlı hayatlarımıza atılmış bir tokat gibiydi. Buz çağının sadece iklimsel bir dönem olmadığını, yaşlı dünyada yaşayan bizlerin o iklime belki de farketmediğimiz bir aralıkta giriverdiğimizi, yüreklerin çoktan buz tuttuğunu görebilmek için kapıyı çalan beyaz bir fırsat. Soğuktan uyuşan parmak uçları, sıcak bir bardak çikolata, patinaj yapan arabalar, sağa sola kayan, bir kaldırım kenarına yahut duvara çarpan. Sonra kar öğüten göğe bakıp “Mutlu muyuz?” sorusunu içlerinden soran şehirliler, kasabalılar, beyazlar, siyahlar, Birinci Dünyalılar, Üçüncü Dünyalılar. Evlerinde, kahvelerde tek başına oturup sanal dünyanın hızında birbirine selam yollayan, yalnızlık çemberini kıramayan onca insan.
İnsan insanın ilacıdır aslında, diyor kaloriferin başında oturmuş giderek sümsükleşen dünyayı yanıbaşımda seyreden kadın arkadaşım. İnsan insanın düşmanı şimdilik.
Kardan bir gün önceydi. İstanbul’un arka sokaklarından birindeki adı duyulmamış kahvenin müşterisiydim. Elimizdeki telefonlarla oynuyor, önümüzdeki klavyeye dokunup asıl derdimizi pek anlatmayan bir şeyler karalıyorduk. İçimizde çölleşme emareleri. Sanki uçurumlar vardı masalar, evler, hikâyeler arasında. Bu uçuruma katlanamayan genç kahve sahibi arkadaşım, arada bir telefonundan başını kaldıran, ajanslardan gelen son haberlerin sıkıntısını suratında taşıyan, gözü ekranda müşterilere bakıp, “Niye herkes bu kadar yalnız? Şeytan diyor ki, birleştir şu masaları” esprisini patlatıyor, şimdilik birleşme ihtimalinin söz konusu olmadığını bildiği halde.
Bir edebiyatçı olarak sanırım bu yalnızlaşmayı arıyorum okuduğum kitapların sayfalarında. Çünkü edebiyat buz çağına giren kalplerimize ayna tuttuğu oranda kıymetli ve aynı oranda sevdiriyor kendini bize.
“Sokakta hiç kuş yoktu, ama olsaydı gagası donardı. Kursağı donardı. Donardım ben. Sokaklar. Ağaçlar. Ayak izleri. Fırtına. Tipi. O yokluk. O koku… Rüzgârda perdelerin sallanışı donardı. Yorgun. Yokuştan aşağı inerken.. İsmim donardı. Söyleyemediği. Zayıflıktan incelmiş ensesi. Bilekleri. Göğsü. Uzun kaşları. Beyaz saçları. Üç günlük sakalı… Yenildiğinde. Gittiğinde. Gözleri açık. Baktığı tavan donardı. Verdiği son nefes donardı… Vida. Pul. Faturalar. Tabii ben. Kar. Baktım. İçim üşüdü bir gece önce karlanmış buzdolabından buzları kırıp yediğimi anımsadığımda.” (Bora Abdo, Öteki Kışın Kitabı)
Kahvede altı yedi kişiydik. Otomatik cam kapı kendi kendine açıldı. Takılmış olmalı. Birkaç kere gitti geldi, kapanamadı. Soğuğa karşı başından şapkasını eksik etmeyen kahve sahibi kıpırdamadan arıza yapan kapıyı seyretti. İçeri giren soğuğu seyrettik.
Kar, kış, kıyamet. Kendi yenilgilerimiz, kavgalarımız ve haberlerden üstümüze sıçrayan “öteki kış”.
Dünya yeniden yaratılıyor sanki. Çok hızlı giden bir treni yakalayamayanların o trendekilere duyduğu hınç kıtaları bölüyor. Avrupa’dan bir yavru kıta doğuyor: Nefret kıtası.
Batı’ya uzunca bir süre yolu düşmüş bir Türkiyeli olarak ötekinin isyanını içimde hissetsem de, bu isyanın siyasal İslamla birleşerek vahşi ve kabul edilemez bir patlamaya dönüşmesi hepimizi dilsiz bırakan.
Geri dönüşsüz bir kopuşun ipuçları mı yaşadıklarımız? Zihinler ve ruhlar darmadığınık. Her kafadan bir ses çıkıyor. Fransa, Paris kelimeleri uçuşuyor havada, Irak, Yemen. Adı zehir gibi kanımıza karışan radikal bir örgüt. Kaleşnikof. Hayır, monopol değil oynanan, çok daha gaddar bir oyun bu. Kıtalardan kıtalara duaların ördüğü görünmez bağlar var arada, merhameti dışlayan.
Öteki kışın karı yağıyor üstümüze. Dışarıda ocak ayının soğuğu bıçak gibi kesmeye devam ediyor. İçimdeki kışı açabilmeliyim onlara. Yetimhanede büyüdüğü söyleniyor Cezayirli iki saldırganın. Şirazlı Hafız’ın şiirleriyle büyümüş bir İranlının, Sartre’ın felsefesiyle olgunlaşmış bir Fransızın, Paris’in banliyölerinde ergenliğini geçirmiş bir Cezayirlinin, bir eşcinselin, çocuğun, radikal islamcının, bir ateistin içindeki kış farklı mıdır?
Yeni yılın ilk haftası. Oturduğum kahvenin mevsimler kadar birbirinden kopuk masalarından birine çökmüş, içimizdeki dinmeyen özlemleri, eksik bir babanın örneğin kendini her daim hissettiren özlemini, dokunmadan sevişen bir erkeğin şefkate hasret solgun yüzlü eşini, yüzüstü bırakılmış bir kızın ileride annesine yazacağı mektupları, tek evladını depremde kaybetmiş bir babanın yitip gidene duyduğu hasreti hayal ederken kimseye anlatamadığımız o ayazın, içimizdeki ayazın kış soğuğunda birden nefeslerimizde donan resmine bakakalıyorum.
Gönül Kıvılcım – edebiyathaber.net (12 Ocak 2015)