George Orwell’ı, çok bilinen, Hayvan Çiftliği ve Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanlarındansa, tanıklık ettiği zamanı dillendirdiği kitaplarıyla önemserim. Hele hele Zamyatin’i keşfedince, Bulgakov’u okuyunca; Orwell çok yetersiz kalmıştı gözümde bu romanlarıyla.
Paris ve Londra’da Beş Parasız’la (1933) başlayıp Birmanya Günleri (1934), Katalonya’ya Selam’a (1938) vardığınızda; o tanıklığın diline yansıyanlarla zamanın ruhunu kavrama bilinciniz sizi de bir yerlere taşıyordu.
En çok da yaşadığınız/içinden geçtiğiniz zamanın gerçekliklerine bakışınıza dokunan her şeyin belirli bir bilinç gerektirdiğini de hatırlatırdı size, Orwell.
Edebiyatın içinden edebiyata bakmayı anlarım, ama gene de eksik aksak, yetersiz bulurum öylesi bakışları. Başka şeyler gereklidir olup biteni kavramak/anlamak/yorumlamak için.
Orwell, birçok yazar gibi, yazmak üzerine düşüncelerini bir denemesinde dile getirir; Neden Yazıyorum?, Kitaplar ve Sigaralar adlı kitaplarında toplananları da biraz öyle okumak gerektiğini düşünürüm.
İlk kitabına adını veren denemesinde, tam da benim söz ettiğim şeye değinir Orwell. Okurken altını çizdiğim satırlara dönüyorum:
“Yazarın meselesi yaşadığı çağ tarafından belirlenecektir –en azından bizimki gibi hareketli ve devrimci çağlar için geçerlidir- fakat yazar, daha yazmaya başlamadan, hiçbir zaman tamamen kurtulamayacağı duygusal bir tutum edinmiş olacaktır. Kuşkusuz, coşkusunu dizginlemek ve olgunlaşmamış bir aşamada, sapkın bir ruh halinde takılıp kalmaktan kaçınmakla yükümlüdür; fakat erken dönem etkilerinin hepsinden birden kaçtığında, yazma itkisini de öldürmüş olur. Geçimini sağlama gereksinimini bir kenara bıraktığımızda yazmayı (en azından nesir yazmayı) sağlayan dört temel unsur vardır. Bu dürtüler, her yazar içinde farklı derecelerde bulunur ve ölçüleri her yazarda zamana ve içinde bulunduğu ortama göre değişir…”
Bunların ne olduğunu ise şöyle belirler:
1.Katıksız egoizm,
2.Estetik coşku,
3.Tarihsel itki,
4.Politik amaçlar.
Her birinin bir yazar için ne anlamlar içerdiğini de açıklar, Orwell. Onun bu belirlemesini çoğaltabiliriz de. Gene de, ben, yazar biri için olmazsa olmaz “kural” olarak görürüm bunları. Ne adına, niçin konuştuğunu bilmelidir yazar. İşte bu da onun böylesi bir bakışa/donanıma sahip olmasını kaçınılmaz kılıyor.
Bunlar üzerine düşünürken, ister istemez, Canetti’nin hep anılası şu sözleri de geliyordu aklıma:
“Gerçekte bugün yazar olma hakkından ciddi olarak kuşku duymayan kimse yazar sayılmaz. İçinde yaşadığımız dünyanın durumunu görmeyenin o dünya üzerine yazacak hemen hiçbir şeyi yoktur.”
Yalçın Küçük’ü okurken…
-Macar Usta’nın anısına
Edebiyat dışı okumalarımın önemli yanını tarih/felsefe/sosyoloji kapsar. Bunlar da başka okumalara kapılar aralar. Bileşik kapları andırır okumalarımın çoğu.
Her Yalçın Küçük okumamda karşıma çıkan da biraz budur. Onunla bir yerde, bir konuda, zamanda duramazsınız. Ama odakladığı zamanı bilirsiniz, seçtiği konuyu neye göre/niçin seçtiğini de…
Yeni kitabı Çıkış/Ansiklopedi’yi okurken, onun hatırlattığı zamanlara dönüp; yaşadığımız zamanın farkına varmanın neden kaçınılmaz bir hal aldığını bir kez daha düşündüm. O, öfkeyle/sevgiyle/bilgiyle yazıyor. Görerek, anlayarak, yaşayarak ve bilginin iklimlerinde gezinerek sezgilerini katarak bizi de çağrısal yolculuklarına katıyor sürekli.
Yalçın Küçük okuma yolculuğum öteden beri hep sürdü.
“Yürüyüş”, “Yurt ve Dünya”, “Cumhuriyet” yazıları… Derken kitapları… Her birine yetişmek güç de olsa, önemli bir bölümünü okudum. Zaman zaman “görev okuması” olarak da gördüm çoğunu.
12 Eylül 1980 askeri darbesi bu okumalarımı kesintiye uğratmadı. “Andırın Okumaları”mın arasına kattığım yazarlardandı, Küçük. Darbe günlerinde, ıssız uzsuz Andırın’da, bir dağ köyünde sıkışıp kalmıştık bir avuç idealist öğretmenle. Birçok yazar, aydın gibi, Yalçın Küçük de “öğretmen”lerimizdendi!
İki yılı bulan Andırın günlerim bir üniversiteydi bana.
Sonra, Tavşanlı günleri başlamıştı.
Onun beş ciltlik Aydın Üzerine Tezler’inin (1984-88) ilk üç kitabı burada karşılamıştı bizi. Yaşamak için okuyorduk; ülkeyi, dünyayı anlamak için.
Taşrada, Tavşanlı’da, bilge insan, yurtsever “Macar Usta”nın kundura dükkânında geceleri okuyup tartışmaya başlamıştık Yalçın Küçük’ün yazdıklarını. Gene bir avuçtuk. Her okuyuşumuzda öğrenme yolculuğumuz zenginleşiyor, hayatı ve zamanı sorguluyorduk. Nurullah Ataç’tan, Melih Cevdet Anday’dan Nermi Uygur’a; Montaigne’den Dostoyevski’ye süreduruyordu okumalarımız.
Yalçın Küçük’le yalnızca aydınımızın tarihine dönmemiş, Osmanlı’dan günümüze bir tarih okuması yapmıştık. Sorular soruları getiriyor, yan okumalarla kendi aydınlığımızı yaratıyorduk o günlerde.
Yalçın Küçük’ün birikimi/bakışı yeni tartışmalara da kapı aralıyordu aramızda.
Derken, yıllar sonra, Ankara-İstanbul yolculuğunda, karşılaşıp bir süre ayaküstü konuştuk. Uzun bir söyleşi yapmaya, ama yalnızca edebiyat konuşmaya karar verdik. Okumalarımı yoğunlaştırıp notlar/sorular çıkaradurdum. Nihayetinde, 26 Eylül 2002’de Galatasaray’da, Hayriye Caddesi üzerinde bir dostunun evinde buluşup söyleşimizi gerçekleştirdik.
Dört saati aşkın bir süre konuşmuştuk Küçük’le. Eleştirel bakışı, sosyo-politik çözümlemeleriyle edebiyat ortamımızı iyiden iyiye masaya yatırmıştık. Verili ve verimli o söyleşiyi “Varlık” dergisinde birkaç sayı yayımlamaya karar vermiştik Enver Ercan’la.
Bant çözümleri gecikince, Küçük’ün yardımcılarından biri aramış, bu söyleşiyi yayımlamamamızı istemişti. Eminim ki bu söyleşi çok tartışma yaratacaktı. “Varlık” önemli bir söyleşiden olmuştu. Ama ben de üstelemedim. Oysa Küçük, söyleşimizin sonunda, bunu sürdürelim, siz Ankara’ya ben İstanbul’a geldikçe devam edelim, demişti. Bunu bir kitaba dönüştürme düşünceme de sıcak bakmıştı.
Araya başka işler uğraşlar girse de Yalçın Küçük üretmeye, bizler de onu okumaya devam ettik.
Gene başından hapislikler geçti. Ülke karanlık bir zamandan geçiyordu. O da, bakışını, her zaman ki gibi içinden geçtiğimiz bu zamana döndürmüştü. Arada bizi şaşırtan kitaplar yayımlamış, söylemler geliştirmişti. Bunların tümünü okumasam da; Aforizmalar, Çöküş, Fitne, Haberci, Cumhuriyet’e Karşı Küfür Romanları okuyup tuttuğum kitapları olmuştu.
Aydınlatıcı bir bakış
Yalçın Küçük “tarih”i yeniden yazıyor. Yeni kitabı Çıkış/Ansiklopedi diğer yazdıklarının çok önünde, farklı bir içerikte üstelik. Yöntemini kurmuş, söylemini belirlemiş bir Marksist entelektüel bilim insanı var karşımızda.
Onun zihinsel yolculuğu söz ve uç açıdır yeni düşüncelere. Diğer bir yanıyla tanıklıkları da önemlidir. Ki, bu kitabının önemli bir bölümüne yansıyan da budur.
Küçük, bilir ki, kim/ne olursanız olun; tarih bilinci ve bilimsel düşünce olmadan hiçbir şeye/hiçbir yere varamıyorsunuz. Bu iki uç onun ışıldağıdır adeta.
Gezindiği zaman bizim zamanımız. Buradan ötelere bakıyor. Bugünü anlamak için düne dönüyor; yarını kurmak için de bugünün analizine yöneliyor.
Bir iktisatçı olması ütopyalar kurmasına engel değil; tam tersi düşle gerçeği buluşturmada onun elinden tutuyor bu yanı.
Ortaya, tüm bu yazdıklarıyla, bir Cumhuriyet paradigması koyuyor. Ki, biliriz Türkiye Üzerine Tezler’i niçin yazdığını. Bir Yeni Cumhuriyet İçin de ne söylemek isteğini.
Küçük, yazarak , sürekli “günah” işleyen biridir. Çünkü her yazdığıyla karanlığımızı aydınlatıyor. Durum tespitinin ötesine geçiyor. Bu ilk kitabın son bölümü (dördüncü bölüm), “Caligula Tarifinde Bir Yaratık” belki de burada tüm yazdıklarını özetleyen/taçlandıran usta işi bir karşılaştırmalı anlatı, bir tür sosyo-politik ders… Anlayana tabii ki…
Bu kitabında karşımıza çıkan yeni düşünceleri, yeni kaynakları, yeni savları var. Bunları okudukça, öğrendikçe seviniyorum. Küçük artık İlber Ortaylı vari “hamaset” yapmaktan uzaklaşıyor. Bir bilim adamı tutumu/bakışı öne çıkıyor. “Metin İçi Ekler”i okuduğunuzda bunu daha iyi gözlemliyorsunuz.
Onun kendini konumlandırdığı yeri, düşüncelerinin vazgeçilmezliğini ve kuşkucu yanını sevmemek ne mümkün… İtirazlarını ve isyanını.
“Aydınız ve hem mücadele etmek istiyoruz ve hem de aydın olmanın çok riskli olduğu bir dönemimiz var,” sözleri de onun yolculuğunun işaretlerindendir.
Yer yer tarihin “sapma”larına bakar. Buluşturduklarıyla yeni bilinç ışığı yaratır. Sizi de sorgulamalarına katar. Bugüne nasıl bakmamız gerektiğini anlatır sürekli. Tarihe yüzünün dönüklüğü de bundandır. Yazıp dile getirdikleriyle aynı zamanda kendisini de sınayıp test eder. Yanılgıları da olsa, sormaktan/sorgulamaktan kendini alamaz.
Yalçın Küçük’ün bir başka önemli yanı da; sizi başka kaynaklara yöneltmesidir. Onun anlattıklarıyla yetinmez, alıntılarına/anıştırmalarına/dipnotlarına dönersiniz sıklıkla.
Örneğin; bu kitabını okurken, birçok okuma kitabı gelip buldu beni. Alain Minc’ın Yeni Ortaçağ’ına başladım. Necdet Uğur’un İnönü kitabını hemen okudum. Serol Teber’in Paris Komünü’nde Üç Yurtsever Türk Mehmet, Reşat ve Nuri Beyler’ine döndüm.
Yalçın Küçük öğretici ve sorgulatıcıdır. Yaşadığınız zamana dönüktür bakışı. Ama arka planının görerek yazar, söyler söyleyeceğini. Deyim yerindeyse, gözünü budaktan esirgemez. Birkaç satırda/sayfada çok şey söyler size. Komplo teorileri değildir söyledikleri, dayanakları vardır. Çünkü o içinden geçtiği zamanın tanıklığının bir parçasıdır… Gören, izleyen, yaşayan, yer yer paylaşan, soran/sorgulayan biridir de.
“Yazdıklarımla da besleniyorum” diyen Küçük, okurunu da birtakım yol sapaklarına vardırır. Yazılan tarihe bakar, yorumlar, çözümler yapar, karşılaştırır. Yetinmez, sorgular. Yazarken ki bir zaafı da şu; kendi deyimiyle; “ben ne yazdığımı bilmem, ne yazmadığımı biliyorum.” Yer yer tekrarlara düşmesi de bundan, bence!
Küçük, “tarih” yazar. Dahası tarih bilinciyle yazar. Buluşturur olayları/kahramanlarını. Olguları sorar, sorgular. Yüzleştirmedir onun her bir sözü, düşüncesi; bizi zamanımızla, siyasal toplumsal yozlaşmanın ülkeyi getirdiği yerle yüzleştirir.
Başa dönecek olursam; Orwell’ın sözü ettiklerini bize sürekli hatırlatan, daha da ötesine geçerek bir yazarın öfke duymadan yazamayacağını hatırlatan/gösteren/öğreten biridir Yalçın Küçük.
Evet, Yalçın Küçük Türkiye’nin vicdanıdır.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (3 Şubat 2015)