Türkiye’de edebiyatın Nobel’e uzanan yolculuğundaki en önemli viraj nedir diye sorsak… Ya da hiç eğip bükmeden: Ahmet Hamdi Tanpınar olmasaydı Orhan Pamuk Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanabilir miydi? Desek… Benim gibi tanınırlıkla bilinmezlik Araf’ında bir edebiyat boşboğazıysanız, bu suç hanenize kaydedilmez cezai ehliyetiniz olmadığından. Sahi öyle mi?
Ne zaman Ahmet Hamdi Tanpınar’dan söz edilse, beraberinde pek çok soruyu dile getirmek mecburiyettendir. Çünkü Türk edebiyatında öykümüze modernliği önemli bir toplumsalcı akımla getiren Sait Faik Abasıyanık da… Aynı akımın temsilcisi Sabahattin Ali’nin bunu romana dönüştürmesi de… Yaşar Kemal’in köy edebiyatı formunu romanın kökleri olan Rus ve Avrupa edebiyatıyla harmanlayıp, yeni akım yaratması da… Oğuz Atay’ın Anglosakson edebiyatından yola çıkıp o güne değin yapılmış en önemli siyasal toplumcu roman akımını başlatışı… Ve bunun uzun zaman görmezden gelinişi de… Aynı damardan giden Adalet Ağaoğlu’nun tiyatro oyun yazarı olduğu için romancılığının yıllarca görülmeyişi de. Orhan Pamuk’un ilk romanıyla ödül kazanmasına karşın 3 yıl yayınlatamayınca, gazeteye ilan verip romanı satmak istemesi de… Türk edebiyatını takip edenin daima gözünden kaçırılır. Bunu derken, paranoyak haline getirilmiş toplumun her şeye kudreti olan bir üst akıl ve yapının tasarladığı George Orwell üslubundaki roman tadına yakışır kuşkuculuğuna dayanarak söylemiyorum. Türk edebiyatında gözden kaçırılanlar listesinin gözümüzün içine sokulanlardan başladığını bilerek, boşboğazlık ediyorum…
Bir ülkenin romancılığı, o ülkenin siyasal tarihiyle doğrudan ilgilidir. Romancı dediğin kökü toplumda bulunan ağaçsa, verdiği meyvesi romanın o toprağın özünden aykırı olması mümkün mü? Ahmet Hamdi Tanpınar kendini roman öykü yazarı ve şair olarak edebiyata verdiğinde bunu mektepli olarak yaptı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesini tamamlayıp da öğretmenlik yaptıktan sonra yine fakültesine dönüp, Türk edebiyatı üzerine dersler verdi. 1901’de İstanbul’da doğup da 1962’de kalp krizi sonucu bizi terk edinceye kadar romanlar, öyküler ve şiirler yazdı. Bunu yapan Tanpınar, edebiyatın kendinden önceki önemli edebiyatçının üslubundan gitme akımını kullandı. Bu üsluptan gitme akımının aynı zamanda kendi tarzını yaratmakla tamamlandığını ve taçlandığını bildiği için bunu da başardı. Türk şiirinin ve edebiyatının en önemlilerinden Yahya Kemal, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi’nde Tanpınar’ın hocasıydı ve Tanpınar, onun edebi kalitesinin açtığı yoldan gidip kendi üslubunu buldu. Bunu yaparken de 1949’da İkinci Dünya Savaşı’nın Türkiye’ye etkisini anlatan Huzur romanını yazdı. Ardından 1962’de Saatleri Ayarlama Enstitüsü geldi… Ki nasıl Tanpınar, hocası Yahya Kemal’den el aldıysa, Tanpınar da Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile kendinden sonraki Türk edebiyatının akış yönünü değiştirdi… Üstelik üst taraftaki listeye konu olan bir göz önündeki görülmezlik suçunun da mağduru oldu:
Hala’nın hortlayışı edebiyata dair
Saatleri Ayarlama Enstitüsü, zaman kavramı etrafında Türkiye’nin değişimini anlatan yapısı ve Hayri İridal, Halit Ayarcı gibi (Notos’un 50. Sayısında unutulmaz roman kahramanları arasında sayılan) karakterleriyle bilinir. Bilinmeyen ya da üzerinde çok az durulan ise; Tanpınar’ın Türkiye’nin ilk modern sınıfındaki romanı yaratması ve bunu yaparken de Marquez’den önce Büyülü Gerçekçilik ile Türk okurunu tanıştırması sayılmalı.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Türk edebiyatı uzmanı olarak bilinçli bir şekilde o güne değin yazılmamış Avrupai bir Türk romanını bilinçli bir şekilde hayatımıza sokarken, Saatler Ayarlama Enstitüsü’nden 5 yıl sonra 1967’de yayınlanacak ve dünya edebiyatını kökünden değiştirecek Yüz Yıllık Yalnızlık’tan önce romanın özünü oluşturan üslubun parıltılarını verdiğini acaba biliyor muydu? Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün anlatıcısı Hayri İridal’ın (romanın Dergah Yayınları’ndaki baskısının 62’inci sayfasında başlayan) halasının vefatıyla ilgili bölüm, Tanpınar’ın Türk büyülü gerçekçiliğini başlattığı kısa bir şaheserdir. Romanın 3 sayfası boyunca ilerleyen öyküde “hala” ölümü sonrasında namazı kılınsın diye Laleli Camii’ne götürülüp oradan defin işlemi için mezarlığa nakledilir. Tanpınar, o bölümü şu sözlerle anlatır:
“İbrahim Bey, babamın bu iş için verdiği paradan kendisine de bir şeyler arttırabilmek için Süpürgeciler Kahyası’nın gelinini adeta bir fakir cenazesi gibi kaldırmıştı. Diğer taraftan aileden kimse bulunmadığı için yanına gömüleceği rahmetli zevcinin mezarı güç bulunmuş, geç kazılmış, araya bir yığın gecikme ve uygunsuzluk girmişti. Neticede tam kabir açılıp da kapağı ortadan kesilen tabut indirileceği sırada halam birden etrafın ölüm sandığı laterjik uykudan uyanmış ve öyle herhangi bir vaziyetten şaşıracak bir mahluk olmadığı için, tabutun kapağını zorla kaldırarak etrafa bakmış, “Ve daima mütehallik olduğu cevdeti kariha sayesinde” durumu bir lahzada kavrayarak cenazede tek yakından tanıdığı Etyemez imamına, “Hadi beni çabuk eve götür” emrini vermişti. İbrahim Bey’in anlattığına göre cenazede bulunan kalabalığın büyük kısmı korkudan kaçtığı için, tabutun Merkezefendi’den tekrar eve getirilmesi hayli güç olmuş. Hatta halam kaçamayacak kadar korkanları azarlamasaymış, bu iş biraz imkansızlaşırmış. Filhakika ilk iş olarak imamdan, kazıcılardan birinin orada çukurun yanında bıraktığı paltomsu şeyi isteyerek sıkı sıkıya örtündükten sonra yarı beline kadar dışarıda, yarı beline kadar içeride oturduğu bu garip sedyenin içinden bütün harekatı halam kendisi idare etmiş, evvela Etyemez’deki konağa kadar kendisini taşıyacak olanlarla sıkı bir pazarlık etmiş, halbuki getirdiğiniz gibi götürün de diyebilirdi ve ondan ziyade de bu beklenirdi, hatta şehre girdikten sonra ilk rast geldikleri poğaçacı dükkanından karnını doyurtacak bir şeyler aldırmış…”
Hayri İridal’ın canlanıveren halasının malı mülkü paylaşma derdine düşen babasının ki yalan değildir bu, onları nasıl mirasından mahrum bırakıp da yoksulluğa yüz üstü atı verdiğini anlatışının ön bölümünün bu kısımı büyülü gerçekçilik değil mi? Eğer bu değilse, Yüz Yıllık Yalnızlık’taki Albay Aureliano Buendia’nın hepsi farklı çocuklardan peydahlanmış 12 oğlunun alınan külden haç sürülüp, hepsinin ölmesi… Ya da Ursula’nın ölmek için Mocando’da sayılamayacak kadar zaman süren yağmurun dinmesini beklerken tüm şehrin de aynı şeyi onunla yapması ve daha bin türlü benzer şey de değil…
Edebiyat boşboğazı olabilirim ama Yüzyıllık Yalnızlık’ın tamamındaki olay örgüsünün ve romanın itici motorunun büyülü gerçekçilik üslubu olduğunu, olaylara göre değil üsluba göre olayların ilerlediğinin farkındayım. Ve Tanpınar’ın üç sayfalık cenaze anlatısının romanın tamamına yayılmadığından büyülü gerçekçilik akımına dahil edilmediği, böyle bir düşüncenin hiç doğmadığını da biliyorum. Ki asıl itirazım burada başlıyor. Eni konu Hayri İridal’ın hayatını değiştiren olaylar dizisindeki en mühimlerinden olması sebebiyle halanın cenazesinin büyülü gerçekçilikle kurulması, pekala Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün bu hiç görülmemiş özelliğinin tespit edildiği anlamına gelir. Ama bu özellik tek başına Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü değerli kılar mı?
Sorular asla bitmez
Söylemiştim. Tanpınar’dan söz ettiğinizde sorular birbirinin peşine takılır. Ki asıl işimiz sormak bizim; yanıt vermek ise ayrı uğraş. Saatleri Ayarlama Enstitüsü, bugün edebiyat biliyorum diyenlerin inkar edemeyeceği şekilde Türk edebiyatının ilk ya da en güçlü modern romanı… Aynı zamanda da Orhan Pamuk’un Nobel’e uzanan yazı dehasını da tıpkı Tanpınar’ın hocası Yahya Kemal’den beslenişi gibi onu besleyen bir akım. Bunu Orhan Pamuk da konferanslarında sıkça dile getiriyor. Zaten klasik yazı hayatı üslubuna elle deftere yazarak ve ülkesinin edebiyat öncülerinin izinden gidip kendine yol bularak hakim olan Pamuk, Tanpınar’ı bize Kara Kitap ile taşımış, sonraki nesli de Tanpınar gibi etkilemiştir.
Aslında Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün bu görülmek istenmeyen büyülü gerçekçiliğe de dayanan nitelikleri bir yana. Kendisinin var olmayışı pek ağır bir durum. Şimdi Tanpınar hakkındaki en önemli soru: Huzur ve Sahnenin Dışındakiler ile ülkesinin köklerinden beslenip siyasal romanlara da imza atan Tanpınar hem gelenekçilik hem modernlik hem de sonraki nesilleri etkileme başarısını yakalamışken… Neden Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibi Türkiye’nin en nitelikli modern romanının geçtiği o Saatleri Ayarlama Enstitüsü roman yayınlandığından beri kurulamadı? Hadi Kültür Bakanlığı, çeviri projesiyle Tanpınar’ın yapıtlarını dünya dillerine armağan ederek onu Pamuk’tan sonra en çok okunan ikinci Türk yazar yaparak bu unutulmuşluğun izini azıcık da olsa siliverdi. Peki, ya edebiyat sever ve maddi imkanı geniş olanlar. Edebiyatına yön veren böyle modern bir yapıtın olacak, üstelik o roman zaman kavramını bir Saat Ayarlama Enstitüsü’nü hayal ederek anlatacak ve sen ülkende böyle bir enstitüyü bugüne kadar müze formunda da olsa kurmayacaksın.
Fazla tekrara giriyor ama Orhan Pamuk’un Ahmet Hamdi Tanpınar’dan izler taşıdığını vurgularken, Pamuk’un Masumiyet Müzesi adlı romanı ile aynı adı taşıyan bir müzeyi kendi çabasıyla kurduğunu da anımsatmakta fayda var. Tanpınar yaşamadığına göre; iş okurlara mı düşüyor Saatleri Ayarlama Enstitüsü kurmak için. Bu, edebi niteliği de ıskalanmış ya da ıskalanması Türkiye’deki edebiyat çevresinin o yukarıdaki kalabalık listedekilerde olduğu gibi işine gelinmiş Tanpınar için Saatleri Ayarlama Enstitüsü bugünün Türkiye’sinde kurulmayacaksa ne zaman kurulacak. Üstelik Taksim gibi her turistin mutlaka uğradığı bir yerde kurulması, Türkiye’yi, onun modernleşme çabalarını ve edebiyatını da yüceltir. Bu Enstitü Müze ile Tanpınar anıtlaşır tıpkı edebiyatı gibi… Ama bu boşboğaz, bunları sormaktan asla uzanmaz. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu büyük eseri hem edebi olarak var hem de enstitü olarak yok. Halbuki Saatleri Ayarlama Enstitüsü modern roman enstitüsü değil miydi içinden çıkan romanlara bakınca. Ve kendimi de roman yazarı (adayı) olarak hissettiğim bir başka konuda işlenecek “Edebiyatta İstanbul Yaklaşımı’na bakınca… Neresinden bakarsanız bakın, bir Saatleri Ayarlama Enstitüsü var mıydı yok muydu sorumuz var. Ama bu boşboğaz sormaya devam edecek neden yok diye. Ta ki enstitü yapılıncaya değin…
Erdinç Akkoyunlu – edebiyathaber.net (6 Şubat 2015)