“Dekadans ve Ölüm”, Raskol’un Baltası Yayınlarından çıkmış bir ilk kitap. Bir öykü kitabı. Yazarı Orçun Ünal ile günceli, fantastik olanı ve modern öyküyü konuştuk.
Yazmaya başladığınız zamanı hatırlıyor musunuz? İlk yazı denemeleriniz hangi türde olmuştu? Ve Orçun Ünal kim?
Öncelikle söyleşi için çok teşekkür ederim. Yazmaya on beş yaşımda şiirle başladım. Bu şiirler, ilk gençliğimin romantik tepkileriydi. Yine lise yıllarında iki tiyatro oyunu kaleme aldım. Biri derleme bir kitapta yayımlandı, diğeri kaldı öyle. İlk öykümü ise, yanlış hatırlamıyorsam, on sekiz yaşımda yazmıştım. O tarihten sonra şiire giderek ilgim azaldı, öykü yazmaya ağırlık verdim. Öykünün bana istediklerimi anlatmak için daha fazla imkân tanıdığını fark ettim sanırım. Öykülerimde de 2007 yılı gibi bir kırılma yaşadım. Daha öncesinde tam olarak ne anlatmak istediğimi bilmiyordum sanki. Sorunsalımı keşfedememiştim. 2007 yılından sonra kendiliğinden geldi bu sorunsal. İlk başlarda özellikle suç, günah, pişmanlık, af, affedilme, bağışlanma, arınma gibi problemler üzerine kafa yorarken son dönemlerde ölüm ve “gerçek”e kaydı düşüncelerim. Gerçek nedir, bilinebilir mi, bulunabilir mi, bulunursa nerede bulunur, bu dünyada mı ötesinde mi aranmalıdır, gibi sorulardan yola çıktım genellikle. Ölüm ile gerçek arasında bir bağlantı gördüm sanırım ve oradan kazmaya başladım, çıkanları da kâğıda döküyorum.
Bir yazar olarak Orçun Ünal hakkında iki şey söyleyebilirim: samimi ve arayış içinde. Samimi derken dil veya üsluptan bahsetmiyorum, daha mesafeli bir anlatımım var benim. Samimiyet, arayış içinde olanın samimiyeti. Biçim arayışlarım ve öyküde yeni biçimler kullanmam, farklı olma arzusundan değil, samimi bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Bunun böyle algılanması açıkçası beni sevindirir.
İnsanların, gençlerin, tırnak içindeki daha aklı başındaki işler uğruna didindiği bir dönemde öykücü olmak, nasıl bir yaşayışın, duyuşun sonunda karşınıza çıktı. Bu durum sizi korkutmuyor mu, ‘geleceğiniz’ için ne düşünüyorsunuz?
Öykücü olmak veya edebiyatla uğraşmak arada naif hissettiriyor kişiyi. Sanki çocukça bir uğraşa takılıp kalmış da diğerleri almış başını gitmiş gibi. Doktor olmuşlar, mühendis olmuşlar, bizim işimiz gücümüz kelimeler olmuş. Akademik veya edebî manada fark etmez, sonuçta hep kelimelerle uğraşıyorum. Bir de üstüne üstlük öykücülük romancılığa göre daha az değerli insanların gözünde, belki de bana öyle geliyor.
Ama yazmak samimi bir eylem olarak yapılıyorsa bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Duyumlarınızı, düşüncelerinizi aktarmanın en doğal yolu. Bu açıdan yazmak diğer sanat dallarının aksine lüks bir eylem değil. Hatta yazmak bütün sanatlar içinde en dolaysız, en yalın olanı. Tabii ki bu ihtiyaca nasıl bir yaşayışın veya duyuşun sonunda sahip olunduğu her yazara göre değişir. Benimki, entelektüel bir ihtiyaçtan çok şahsi ve spiritüel bir ihtiyaçtı. Aklımdan çok ruhumu yansıtmak, onu arındırmaktı niyetim. Yazmazsam olmayacaktı yani ve o yazdıklarım bana kalsa da, hiç kimseyle paylaşamasam da olurdu ilk başlarda. Ancak insan yazdıkça yavaş yavaş okunmak da istiyor. Bu kaçınılmaz sanki. Herkes Kafka değil.
Öykücü olmak beni korkutmuyor, geleceğim için de endişelenmiyorum. Ancak öykücü olmak veya Türkiye’de yazar olmak insanı yıldırıyor, cesaretini kırıyor. Yazmaktan ciddi olarak vazgeçmek istediğim bir dönem oldu mesela. Çünkü edebiyat dünyasında birçok şey “edebiyat”tan daha ön planda; edebiyat çoğu kez geri planda kalıyor. En az edebiyat dünyasında olmasını beklediğiniz şeyler en çok orada oluyor. Bu da sadece edebiyatla ilgilenen saf yazar için çok yıldırıcı olabiliyor. Bu konuyu “Odun Kesmek” adlı öykümde işledim esasında. Kimse yayımlamak istemedi o öyküyü, sonra Kurşun Kalem Dergisi kabul etti. Bu açıdan kendim için değil, Türkiye’deki edebiyat dünyasının vaziyeti ve gidişatı için endişeleniyorum daha çok.
Öykünün / hikâyenin kalıcılığı sizce nerde, hangi gizde aranmalı? Ya da bir giz aranmalı mı?
Bence mutlaka bir giz aranmalı. Aslında her şeyde bir giz aranmalı. Ya da bulunmalı diyelim. Çünkü modern düşünce her şeyin içindeki veya ardındaki gizi yok etti ya da öyle bir giz olmadığına inandırdı insanları. Öyküde “fantastik” öğeler kullanmak da benim için buna bir karşı duruş, bir direniş. İnsan, hiçbir zaman “gerçeği” tam olarak bilemeyecek. Postmodern çağ bunu bize çok net gösterdi. Fantastik öğeler kullanmak da gerçeğin olağanüstü zenginliğini ve göreceliğini anlatmak için çok iyi bir yol. Aslında ben burada masala yaklaştığımı hissediyorum ve peri masallarının anlatının “atom”u olduğuna inanıyorum. İyi bir masalı parçalamanız mümkün değildir, gerekli de değildir. Belki bu yüzden bazı öykülerimde masalsı olmayan bir dille masalın özünü yakalamaya çalıştım bilinçsizce de olsa.
Öykünün kısalığı ve bir bütün olarak tekrar anlatılabilirliği, kalıcılık şansı için en önemli özelliği. Aynı şekilde romanın uzunluğu da en zayıf noktası. Yüzyıllardır anlatılagelen halk hikâyeleri ve masalları, akılda tutularak tekrar anlatılabilecek herhangi bir anlatının doğal ölçüsünü ve boyutunu belirliyor aslında. Yine de hangi anlamda veya bağlamda olursa olsun, herhangi bir şeyin kalıcılığı konusunda ciddi şüphelerim var benim. Eserin kalıcılığından ziyade yaratma eyleminin veya sürecinin coşkusuna odaklanılmalı. O yüzden edebiyatçıya “iyi gözlemci” açısından yaklaşılmasını sevmiyorum pek. Yaratı, gözlemlemek ve aktarmak kadar önemlidir. Yaratıcılık güçlendiğinde anlatma gücünüz artar, anlatınız zenginleşir.
Biraz da yazma ritüelleri üzerinden gidelim. Yazmanın size göre bir zamanı var mıdır? Günü hangi saatlerinde daha rahat yazabiliyorsunuz? Mekân fark ediyor mu? Elle mi yazarsınız, klavye ile mi? Yazarken ‘uyarıcı’lara (tütün, alkol, çay, su vb.) ihtiyaç duyar mısınız? Olmazsa olmazlarınız var mıdır?
2007 yılından önce böyle ritüellerim vardı. Genellikle geceleri evde el ayak çekildikten sonra biraz müzik açıp bilgisayar başında yazardım yazılarımı veya şiirlerimi. Şimdi düşüncesi bile komik geliyor. Ama klavyeden hiçbir zaman kopamadım. Hâlâ bilgisayar başında yazıyorum en çok. Kâğıda yazarken elim düşüncelerime yetişemiyor ya da istediğim gibi değişiklikler yapamıyorum. O yüzden pek hazzetmiyorum kâğıda yazmaktan. Ancak yoldayken aklıma bir fikir gelirse kâğıda not alıyorum, onu da artık daha çok cep telefonuyla hallediyorum. Anlayacağınız, pek kalem kâğıt insanı değilim yazmak konusunda.
Mekân ve zaman da fark etmiyor artık. Herhangi bir yerde veya zamanda ne zaman aklıma bir şey gelirse yazabilirim. Evimde yazmak niyetiyle bilgisayar başına oturursam kahve ve sigara iyi gidiyor tabii. Ama olmazsa olmaz gibi bir kuralım kalmadı yaşım ilerledikçe. Esnekleştim galiba. Ancak hiç değişmeyen bir ritüelim var; o da öykülerimi ilk olarak eşimin okuması. Öykülerimi okuyor, fikrini belirtiyor, eleştiriyor, bazen çok beğeniyor, bazen hiç beğenmiyor. Aslında eşim haricinde yakın çevremden hiç kimseye okutmuyorum öykülerimi, hiç kimsenin fikrini almıyorum.
Hayatınıza etki eden, uykularınızı kaçıran, yürüyüşünüzü değiştiren üç kitap ve üç film adı verebilir misiniz?
Uzun zamandır hiçbir kitap veya film üzerimde böyle bir etki yaratmıyor. Örselendim galiba biraz. Ancak daha gençken mümkündü bu benim için. 15 yaşlarında Stefan Zweig’ın Karışık Duygular novellasını okuduğumda çok etkilenmiştim. 18 yaşında Thomas Bernhard’ın Bitik Adam’ını ve Sadık Hidayet’in Kör Baykuş’unu okudum. Bu iki kitap da o zaman beni çok etkilemişti. Filmler söz konusu olduğunda ise yine aynı yıllarda American Beauty, Being John Malkovich ve Donnie Darko’dan bahsedebilirim. Üçü de beni çok etkilemişti.
Daha yakın dönemde ise kitap olarak J. M. Coetzee’nin Utanç’ı, Herta Müller’in Yürekteki Hayvan’ı ve Heiner Müller’in Hamlet Makinesi’nden, film olarak Wim Wenders’in Bis Ans Ende Der Welt filminden, Michael Haneke’nin Caché’sinden ve Adrien Brody’nin başrolde oynadığı Detachment’tan etkilendim.
Söyleşi: Olcay Özmen – edebiyathaber.net (17 Şubat 2015)