Yirminci yüzyıl edebiyat ve düşünce dünyasının en önemli isimlerinden biri kabul edilen Albert Camus’nün beş oyun kitabı Can Yayınları etiketiyle yayımlandı.
Albert Camus’nün 1935 yılında kaleme aldığı ve “ortak yaratı denemesi” alt başlığını koyduğu Asturya’da İsyan, 1934 yılında Asturya’da yaşanan işçi isyanını konu alır. 5 Ekim’i 6 Ekim’e bağlayan gece, Asturyalı maden işçilerinin başlatmış olduğu grev, İspanyol hükümetince görevlendiren ordu tarafından 19 Ekim günü bastırılmış, geride çok sayıda ölü, binlerce yaralı bırakmıştır.
Camus’nün 22 yaşında, Alger Emek Tiyatrosu’ndan üç dostuyla birlikte kaleme aldıkları eser, Camus tiyatrosunun az tanınan parçası olmakla birlikte, Camus’nün ilk dönem siyasi fikirlerinin belirgin şekilde hissedildiği metinlerinden biridir. Sahnede bir oyun kişisi kadar aktif olan radyodan isyanın gidişatı sürekli anons edilirken, Oviedo halkı, kendini bir anda isyanın bir parçası haline gelmiş olarak bulur. Bu noktadan sonra güç dengeleri değişecek, insanlar yeni şartlara göre konumlarını belirlemeye çalışacak, ahlaki değerler ve inançlar yeniden sorgulanacaktır, ilişkiler yeniden düzenlenecektir. Savaş görmemiş genç bir delikanlı, ömrünün son günlerini yaşayan bir meczup, yıllardır bugünün hayalini kuran idealistler, bu kargaşada yerlerini arayan kadınlar, çok geçmeden savaşa dönüşen bu isyanın bir parçası olur çıkarlar. İktidarın sahip olduğu muazzam gücün karşısında neticesi neredeyse belli bir mücadeleye giren bu insanların ortak bir düşleri fakat farklı öyküleri vardır.
Albert Camus, beş yıllık bir çalışmanın ardından 1944 yılında son şeklini verdiği bu eserinde, tarihi bir kişilik olan Roma İmparatoru Caligula’nın imkânsız olana sahip olma arzusuna kapılarak, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir zorbaya dönüşmesini, kendi ölümünü mutlak bir zafere dönüştürmesini konu alır.
Bizzat yazar tarafından, Yabancı ve Sisifos Söyleni eserleriyle birlikte, “absürd” çizgide yer aldığı belirtilen eserde, İmparator Caligula, sevdiği kadının ölümünün ardından mutluluğu, özgürlüğü, gücü ve ahlaki değerleri sorgulamaya başlar. Tartışılmaz iktidarının getirisi olarak, “her şeyin” yegane sahibi olmasına rağmen, Caligula, “insanların öldüğü ve mutlu olmadıkları bu dünyada”, dünyevi mülkiyet ile yetinmeyecek ve mutlak olanı, imkânsız olanı elde etmek uğruna imparatorluğunu bir korku ve zulüm zindanına dönüştürecektir. Sevgiyi, ahlaki değerleri, iyiyi ve kötüyü inkâr eden Caligula, son nefesine kadar akla ve mantığa sadık kalmaktan vazgeçmeyerek, bu uğurda hem kendini, hem kendisini sevenleri, hem de halkını yıkıma götürecek, insanları sınırsız gücün neticeleriyle yüzleştirecek, kendi elleriyle hazırladığı mutlak zaferi olan intiharına adım adım yaklaşacaktır.
Camus’nün 1943 yılında kaleme aldığı ve “absürd” fikri üzerine inşa ettiği Yanlışlık, yanlış zamanda yanlış yerde bir araya gelen insanların, ölümcül bir yanlış anlaşılmanın neticesinde uğradıkları felaketin, geri dönülemez şekilde kadere boyun eğişin öyküsüdür.
Yanlışlık, uzun yıllar sonra doğduğu ülkeye, annesi ve kız kardeşinin yanına dönen bir adamın, bu karşılaşmayı sıradan olmaktan çıkarıp, özel bir âna dönüştürme arzusu sonucu yaşanan bir dizi olayı konu alır. Aile mirası olan tenha bir oteli işletmekte olan anne ile kız, yıllar içinde, kendilerini boğan, yalnızlığa mahrum bırakan bu yaşamdan kurtulmanın çaresini, ağırladıkları zengin misafirleri öldürüp, paralarını çalmakta bulmuşlardır. Arınmak istedikleri bu günahı son defa işlemeye hazırlandıkları sırada çıkagelen ise yıllardır görmedikleri evin oğlu olur. Kim olduğunu söylemek yerine bir yabancı kılığında annesi ve kız kardeşinin hayatlarına bir süre tanık olmak isteyen oğul, kimi zaman gizlediği, kimi zaman açığa vurduğu gerçeklerle, kendi kurduğu kusursuz plana uyacağı düşüncesiyle başvurduğu yalanlarla, hem kendi sonunu, hem de sevdiği insanların felaketini hazırlamaktadır.
Albert Camus’nün kaleme aldığı dördüncü oyun olan Sıkıyönetim, imgesel kurgusu, poetik dili, gerçeküstü kişi ve unsurlarla bezenmiş yapısıyla Camus edebiyatı dahilinde ayrı bir yere sahiptir. Camus, 1948 yılında, Veba isimli romanından bir yıl sonra kaleme aldığı Sıkıyönetim’de, korkunun, baskının ve teslimiyetin vücuda gelmiş hali olan Veba’yı, Cadiz şehrine egemen olmak isteyen bir zorba, insanların korkularından istifade etmeye çalışan bir fırsatçı kimliğinde sahneye taşır.
Tıpkı savaş gibi, umulmadık bir anda ortaya çıkan Veba ile suç ortağı Ölüm’ün zorba rejimi altında, eski mutlu günlerini geride bırakan Cadiz halkı, İkinci Dünya Savaşı’nın zulmünü, çaresizliğini ve çürümüşlüğünü tecrübe eden bir toplumun yansımasıdır. Şehre giderek yayılan veba tüm halkın yaşamını tehdit ederken, bu olağanüstü koşullarda iktidar sürekli el değiştirirken, ölümün kimin kapısını çalacağı tesadüfe kalmışken, Cadiz şehrinin insanlarının, korkularına teslim olmak ya da kaderlerine başkaldırmak arasında bir tercih yapmaları gerekmektedir. Korkularıyla yüzleşmeyi, ahlaki değerlerini ve inançlarını sorgulamayı tercih eden Cadizli Diego, kimi zaman insani zaaflarına, öfkesine ve umutsuzluğuna teslim olsa da, aşkı Victoria uğruna mutlak başkaldırıdan vazgeçmeyecek, Veba’ya ve Ölüm’e karşı bir halk isyanı başlatacaktır. Veba’nın kurduğu sıkıyönetim düzeni, Cadiz halkının korkularıyla beslenerek, giderek kuvvet kazanırken, vebayı şehirden uzaklaştıracak rüzgâr, esmek için insanların yüreğinde korkunun dinmesini beklemektedir.
Tarihte yaşanmış bir olay üzerine inşa edilmiş olan Adiller, yirminci yüzyıl başında, Moskova’da, sosyalist devrimci bir örgütün, ülkeyi zorbalıkla yöneten grandük Sergey’e karşı suikast girişimini konu alır.
Camus, 1949 yılında kaleme aldığı Adiller’de, benzer amaçlar, idealler ve acıların neticesinde bir araya gelmiş bulunan ve sıfatı ne olursa olsun bir insanın yaşamına son vermenin eşiğinde hazır duran örgüt üyelerinin hem birbiriyle, hem de kendileriyle çatışmasını sahneye taşır. Büyük bedeller ödenerek son aşamaya getirilen suikastın beklenmedik bir şekilde sekteye uğraması, örgüt üyelerinin “insani” olana yaklaştıkça birbirlerinden uzaklaşmalarına, kendileriyle yüzleşmelerine, eylemlerini sorgulamalarına sebep olur. İdealleri uğruna işkencelere maruz kalmış, hayallerini, duygularını yitirmiş, sadece gelecek nesillerin özgürlüğü için yaşamını sürdüren Stepan, ölüm ve yıkımdan sonsuza dek kurtulmak, sevgiyi ve aşkı geri kazanmak uğruna bu savaşa katılan Yanek ve Dora, misyonu ile insani arzuları arasına sıkışmış olan Annenkov, masum çocukların da ölümüne sebep olabileceği ortaya çıkan bu suikastı ve sonuçlarını sorgulamaya başladıkları noktada, kendi varoluş amaçlarını, eylemlerinin haklılıklarını, insana ve yaşama karşı ne kadar adil olduklarını da sorgulamaya başlamış olurlar.
edebiyathaber.net (17 Mart 2015)