Önce ürkek bir adım. Şimdi bir adım öne, daha sonra yana ve geriye. Her bir adımda aşk, arzular, geçmişin ağırlığı ve saplantı. Atılan her adımda yıkılmaya çalışılan bir kural. Ve elini omzunuzdan çekmeyen o hüzün. Bu anlatının bir flamenko olduğunu düşünüyorsanız; yanıldınız. Filiz Aygündüz’ün yeni romanı Prens Prensesi Sevmedi’den bahsetmek niyetindeyim.
Sizi Deniz’le tanıştırmak istiyorum. Deniz otuzlu yaşlarının başında, muhafazakâr bir ailenin tek çocuğu. Aynı zamanda kariyerinde emin adımlarla ilerleyen başarılı bir mimar. Tek çocuk dediğime aldanmayın; Deniz’in küçüklüğünden beri hayatında olan Suna’sı var, biri düştüğünde öteki dizlerini üfleyecek kadar kız kardeş onlar. Diğer yanda Nazlı. Bu üç kadının kelimelere sığmayacak dostluğuna sayfalarca eşlik edeceğiz, bazen haset ederek. Aslında size Deniz’i anlatmama gerek yok, siz onu zaten tanıyorsunuz. Çocukluğunuzdan beri hikâyesine aşinasınız. Belki komşunuz Deniz, belki uzaktan bir tanıdığınız. Belki de, kim bilir, siz kendi hikâyenizin Deniz’isinizdir. İçinde bulunduğumuz coğrafyada mütemadiyen göz ardı ediliyorken Deniz gibilerin hikâyesi, Filiz Aygündüz hiç verilmemiş bir sözü tutacak ve en cesur, en yalın haliyle anlatacak bize olanı biteni.
Daha ilk gördüğü anda doktor Ömer’i aşkın kollarına kendini teslim etmişti Deniz. Sonrasında yeniden ve yeniden görme isteği. Uzun yıllar sürecek bir bağımlılığın başlangıcıydı o ilk bakış. “İşten fırsat bulursanız arayın, çok güzel tekir yapan bir yer biliyorum” diyerekten ilk adımı atmıştı ve peşi sıra gelecek adımları beklemeye koyulmuştu. Orta-üst sınıf bir ailenin, seçkin okullarda okumuş doktor oğlu Ömer. İş hayatında oldukça hırslı biri, kişisel yaşamında bağımsızlığına düşkün. Hayatına koyduğu kuralları, duvarları var. Roman boyunca kurallara kafa tutacak, sıkça duvarlara çarpacak Deniz. Halbuki Ömer’den tek beklediği tutunacak bir el: Babasının bakışlarını, cinsel deneyimsizliğini, kendine olan güvensizliğini unutturacak. Oysa kendi içimizdeki ele tutunmadan bir önemi yokmuş başkasından el istemenin.
Aslen bir kokusu, cismi olmayan bekâret kavramını kendine dert edinerek otuzlu yaşlarına ulaşmış Deniz. Süregelmiş aile baskısının içerisinde varolmaya, bedenini – kendini bulmaya çalışan bir kadın. Ömer’le olan cinsel hayatının olağan çıplaklığıyla gözler önüne serilmesinde Deniz’in travmalarını ve iç hesaplaşmalarını vurguluyor yazar. Kökeni çocukluğa dayanmış bir baba sorunu çıkıyor akabinde karşımıza. Babası tarafından sevildiği konusunda her zaman kuşkulu küçük bir kız. Çocukluğunda işittiği sözler, maruz kaldığı şiddet ve baskı zamanla aşılması güç bir travmaya bırakmış yerini. Ruhunda açılmış derin yaradan akan irin babasının gözlerine yansıyor yıllarca. Önce ruhla barışmak gerek gözleri daha iyi görebilmek için. İstemediği ilişkiyle, gelgitleriyle ve Deniz’e olan tavrıyla temeli geçmişe dayanan bir kaos zincirinin son eklemi Ömer. Ataerkil düzenin bir parçası aynı zamanda. Deniz’in uzun bir süre zarfında aşk olarak nitelendirdiği bağımlılığın yanında Ömer’in üzerinde kurduğu tahakkümü de usta bir incelikle hissettiriyor yazar. Ömer’den vazgeçememenin ve bir arada olamamanın hayatına getirdiği mutsuzluk Deniz’e psikiyatrist Mine Hanım’ın kapısını çaldırıyor. Ve bu “bağımlı bir aşk!”
Başta da bahsetmiştim bu aslında hepimizin hikâyesi. Hepimiz hayatımız boyunca bir kere yaşıyor ya da tanık oluyoruz Deniz acısına. Söndürülmesi güç bir umut barındırıyoruz içimizde, türlü sıkıntıyla başa çıkmaya çalışıyoruz kimi zaman üzerimizde kurulmuş baskının farkında olmaksızın ve adına aşk diyoruz bunun. Oysa aşk böyle bir şey değil ki! Tek tarafın çabasıyla varolabilecek bir şey değil. Bu bitmek bitmez kopamama haline “bağımlı aşk” deniyormuş. Ve kendi derdimize ilkin kendimiz çare olmamız gerekiyor anlaşılan. Deniz önce kendi yarasına daha sonra başka kadınların yaralarına merhem oluyor “İlişkide bağımlılık sorunu yaşayan kadınlar kulübü” kurarak. Bu kulüp ilişkilerinde, evliliklerinde sorunlar yaşayan ve sorunun kaynağı kendisinde olan kadınları bir araya getiriyor. Ele avuca sığmaz bir dayanışma hali. Ortak bir acıya tutunmak; kadın acısının birleştirici gücünü kullanarak. Kadınların acılarını, hüzünlerini, travmalarını, maruz kaldıkları baskıları ve içine girdikçe girdaplaşan yaşamlarına tanık olmak için bize somut bir örnek sunuyor bu kitapla Aygündüz.
Bir kere okumakla yetinilmeyecek bir roman olduğuna inandığım Prens Prensesi Sevmedi zor zamanlarınızda elinizden tutacak bir kitap. Elinizden tutacak, derdinize ortak olacak ve diyecek ki “O kadar da yalnız değilsin!”
Eda Ağca – edebiyathaber.net (20 Mart 2015)