Bunu Sedef Kabaş’la enine boyuna konuşup tartıştığımızı hatırlıyorum. Bu konuda bir de tez çalışması yapıyordu. O çalışmasından sonra çıkardığı Soru Sorma Sanatı kitabına almıştı konuşup ettiklerimizin kısa bir bölümünü.
Benim de öteden beri bu iki kavramın karıştırılmasına dönük itirazlarım vardır. Dahası biri öteki değildir; söyleşi ayrı bir şeydir, röportaj ayrı. Ama nedense sıklıkla ikisinin de aynı şey olduğu yinelenir durur.
“Röportaj verme…”
“Söyleşi yapma…”
Bu ifadelerdeki eylemsellik ve tabii ki yanlışlık bile o ayrımı hemence sezinletmiyor mu?
Yapan ve eyleyen…
Karşı karşıya geliş… Yüzleşme ve söyleşme…
Odak alma, odaklanma, görüş alma, anlatma, anlattırma…
Kalın çizgilerle röportajın altını çizmek, bunun gazetecilikle gelen başlı başına bir (edebî) tür olduğunu anlatmak için, Dünya Kitapları’nı yönetirken Aydın Engin’e bir röportaj seçkisi hazırlamasını önermiştim.
Bunu enine boyuna konuşup tartıştıktan sonra, kapsamlı bir seçki hazırlamıştı. Ama yayınevinin ömrü vefa etmemişti bunu yayımlamaya.
Bugün, gene, gazetelerde sık sık karşımıza çıkan söyleşileri “röportaj” olarak sunma alışkanlığı/bilisizliği var ne yazık ki!
Öyle ki, bu türün gözdesi diye sunulan Ayşe Arman da böylesi yanlışlara düşüyor; yaptığı birçok söyleşiyi “röportaj” diye sunuyor.
Eğer bu türün ustalarını Hikmet Feridun Es’i, Yaşar Kemal’i, Fikret Otyam’ı, Halit Çapın’ı, Işıl Özgentürk’ü, Celal Başlangıç’ı okursak; Arman’ın sunduğu söyleşileri röportaj olarak adlandırmamız güçtür.
Her ikisinde de sorular sorarak yola çıkarsınız. Ama birinde kişidir ön planda olan, diğerinde sorun/konu.
Söyleşi biriyle, röportaj bir konuyla/sorunla/durumla ilgilidir yani. İlkinde “kişi”nin konumu/bakışı/düşüncesi vb. esas alınır. İkincisinde ise konudur önde olan, soru yöneltilen kişi/ler bu konuyla ilgili oldukları için konuşulanlardır.
Diyelim ki siz, “dışgöç” konulu bir röportaj yapmak istiyorsunuz. Konunuzun ana hatlarını belirledikten sonra masa başından kalkıp alana inersiniz. Bunun yaşandığı yere/mekâna/ülkeye/kente ve insan/lar/a gidersiniz. Konuyu anlatırsınız/anlamaya çalışırsınız, gözlem yaparsınız, dinlersiniz. Gözlemlerinizi yansız biçimde yansıtırsınız. Buzdağı altındaki bilginizi bütünüyle ortaya dökmezsiniz; anlatmanız gerekenleri dile getirir; satır başlarıyla önemli bulduğunuz başlıklarda da “dışgöç” sorununu yaşayan /gözleyenlerle kısa kısa konuşmalar yaparsınız. Bunları da röportajın akışı içinde veya çerçeve biçiminde sunarsınız.
Söyleşiye gelince, bu da başlı başına bir çalışma gerektirir. Yani gidip konuşacağınız kişinin önüne bir ses alıcısını koyarak, aklınıza esenleri sorarak söyleşmek değildir. Seçilen kişi üzerine hazırlıkla birlikte neden/ne için/neyi konuşmanız gerektiği; o kişi ve onunla konuşacağınız konu/lar üzerine derinlemesine bilgiye sahip olmanız gerekir. Bu bir sanatçı da olabilir bir işadamı veya bir siyasetçi de… İlle de söyleşi yapılanın ünlü/tanınmış olması da gerekmez. Sizin söyleşiyi ne amaçla yaptığınız asıl belirleyicidir. Ama bunun da bir yöntemi vardır. “Dedim-Dedi” biçimini ne söyleşi ne de röportaj kaldırır.
Medyanın günümüzdeki seyri her iki türün de ne denli önemli olduğunu gösteriyor aslında. Ama yukarıda imlediğim yanlışlar, algılama biçimi, gazete ve dergi yöneticilerinin bu alana yeterince özen göstermemesi her muhabiri/köşe yazarını bir röportaj ya da söyleşici kılıyor birden.
Özellikle belgesel sinemanın röportaj türü için yeni açılımlar getirdiğini söylemeliyim burada. Ayrıca yayın dünyasındaki bazı yayıncıların bu alana ilgi duymaları da özgün kitapları ortaya çıkardı. Dünya yayıncılığında bunun birçok örneği vardır. Bizdeki yayıncılar ise çok sakınımlı bu konuda. Önlerine bir söyleşi kitabının ya da röportajın hazır gelmesini beklerler daha çok. Oysa iyi bir yayıncı, bu alanda verimli, iyi olanları izleyip kendisi istemeli, kitabı kurmaya yönlendirmelidir.
Medyada iyi röportajlarını, söyleşilerini okuduğumuz birçok yeni gazeteci/muhabir var.
Yayıncı izlemeyi ve istemeyi bilmelidir. İyi bir film yönetmeni nasıl ki oyuncu izler ise yayıncı da yazıp eden kişileri gözlemevinden uzak tutamaz. Bunların günümüzdeki mecrası gazete/dergi/televizyonlardır elbette.
Bugün ülkenin toprak/tarım/su/çevre sorunu üzerine yapılmış ne iyi bir röportaj kitabı bulabilirsiniz ne de bir söyleşi… Varın ötesini siz düşünün artık…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (14 Nisan 2015)