Yazar ölür mü? | Onur Bilge Kula

Nisan 15, 2015

Yazar ölür mü? | Onur Bilge Kula

onur-bilge-kula-1024x680-596x397Yazara ilişkin görüşlerimi, Fransız düşünür, yazar ve eleştirmen Roland Barthes “Yazarın Ölümü”[1] adlı yazısını irdeleyerek sürdürmek istiyorum. Barthes başlığı anılan yazısında dil dizgesini ve yazıyı, konuşan ve yazan insandan bağımsız bir güç olarak tasarımlar; yazarıysa dilde daha önce var olan anlatımları ve yazım tarzlarını sadece yineleyen özneye indirger. Yazınsal metni yazardan koparıp özerkleştirir; edebiyat eleştirmenini, yazınsal yapıtı salt yazarla sınırlandırmakla eleştirir.

Barthes söz konusu yazının girişinde Balzac’ın ‘Sarracine’ adlı öyküsünde kadın kılığına giren kısırlaştırıcı bir erkek ile ilgili bir tümceyi aktarır ve sorar: “Kim konuşmaktadır burada? Öykünün kahramanı mı? Kadına ilişkin kişisel felsefesiyle bir birey olarak Balzac mı? Kadına özgü olan ‘yazınsal’ fikirlerini ileten yazar Balzac mı? Yoksa bilgelik mi?” Barthes’ın savlaması uyarınca, “yazı, her türlü sesi, kökeni yıktığı için, bunu hiç öğrenemeyeceğiz.”  Yazı, “öznenin kaçıp sığındığı belirsiz, bütünlüksüz, sabitlenemez yerdir; her türlü özdeşliğin dağılıp yok olduğu siyah-beyazdır.” En başta da yazan özneyle her türlü özdeşlik dağılıp yok olur. Bir olay anlatıldığında “kopuş” gerçekleşir; ses, “kökenini yitirir”; yazar “ölür”; çünkü “yazı başlar.” Eski kültürlerde anlatı, anlatım gücüne, diyesi, “dâhiye” değil, anlatanın “anlatı koduna egemen oluşuna” hayran olunan “bir kişide değil, bir aracıdan (bir şamandan veya anlatıcıdan)” kaynaklanır.

Düşünür, yazınsal metinde anlatılaştırılanın kim olduğunu ‘hiç öğrenemeyeceğiz” demekle birlikte, söylemek istediği açıktır: Burada konuşan Balzac değil, onun metne içkinleştirdiği yazardır; çünkü yazı her türlü özgünlüğü yok eder. Görüleceği üzere, Barthes, genel anlamda yazıyı temel alır; yazarın dilsel malzeme üzerindeki biçimlendirici çalışmasının ürünü olan yazıyı, üreteninden soyutlar, yazarı yalnızca bir ‘yinelemeci’ olarak tasarımlar. Bu anlayış uyarınca, yazınsal yapıtın özgünlüğünün kaynağı olan ‘biçem’, dolayısıyla da özgün yapıt olamaz. Bu bağlamda edebiyat açısından yaşamsal önemdeki soru şudur: estetikleştirilmesiyle ortaya çıkan edebiyat olabilir mi? Barthes’ın yanıtlamadığı soru tam da budur.

Barthes’ın deyişiyle, özelikle “kapitalist ideolojinin somutlaşımı ve sonucu olan” pozitivizm, “modern bir figür” olan yazara, yazar kişiliğine “en büyük önemi” atfeder. Yazar, “edebiyat tarihi kitaplarına, yazanların biyografilerine, dergi söyleşilerine, kendi kişiliklerinde kişiyi ve yapıtı bütünleştirmek isteyen yazıncıların öz-anlayışlarına” egemendir. Güncel kültür, “zalimce” edebiyatı yazarla, “onun kişiliğiyle, beğeni ve tutkularıyla” sınırlamaktadır. Bir yapıtın açıklaması, “sanki kurgu alegorisinin arkasında tek ve aynı kişinin”, diyesi, yazarın sesi gizliymiş gibi, hep o yapıtın “ilk yaratıcısında” aranmaktadır.

Her tarih yazımı gibi, edebiyat tarihi yazımının da her zaman eleştirel değerlendirlendirilmesi gerektiği düşüncesi doğrudur; ancak edebiyat tarihi eleştirisi, Barthes’ın öne-sürdüğü gibi, yazınsal yapıtı tasarımlayan ve kurgulayan kişinin ‘yazar’ olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Yazar elbette dilin biriktirdiği anlatım olanaklarından, diyesi, başkasının dile kattığı anlatımlardan yararlanır. Bu yadsınamaz; fakat kendi öz-yapısını ve beğenisini yansıttığı dil üzerinde yaptığı biçimlendirici çalışmayla özgün bir biçem yaratır. Lukacs’ın deyişiyle, tümeli tikelleştirir.

Barthes’a göre, bazı yazıncılar, hala sürmekte olan “yazarın başatlığına” saldırmaktadır. Örneğin, Fransa’da Mallarme, dilin, “o zamana değin sahibi olarak görülenlerin yerine koyulması gerektiğini bütün boyutlarıyla gören ve öngören” ilk yazardır. Dilin sahibi olarak görülenlerin yazarlar olduğu açıktır. Mallarme ve “(bizim açımızdan) konuşan yazar değil, dildir.” Yazmak, “kişi olmayan kişinin vazgeçilmez yardımıyla ‘ben’in değil, dilin edimleştiği (veya eylemlileştiği) noktaya ulaşmak” demektir. Mallarme’nin edebiyat anlayışı, yazarı değil, yazıyı; bir başka deyişle, yazarı değil, okuyucuyu öne çıkarır. “Kendi ‘ben’inin psikolojisine” tutsak olan Valery bile sürekli yazarı önemsizleştirmiş, “kendi etkinliğinin ‘rastlantısal’ öz-yapısını” vurgulamış ve edebiyatın “dilsel öz-yapısını” öne çıkarmıştır. Hatta Proust, “yazar ile figürleri arasındaki ilintiyi, radikal bir sanatsal müdahale” ile belirsizleştirmiştir. Düz-yazı yapıtlarında anlatıcıyı, “gören ve duyumsayan, hatta yazan birisi olarak değil, ‘yazacak birisi’ (vurgu, Barthes’ın) olarak” serimlemiştir. Romandaki genç adam (kaç yaşındadır, kimdir?), “yazmayı becerememesine karşın, yazmak istemektedir”; nihayet yazmayı başardığında “roman son bulur.”
Barthes’ın değerlendirimine göre, sürrealizm de dile “özerk bir konum” atfetmemiştir. Ayrıca, sürrealizm “kolektif yazma deneyimini” öne çıkarmakla, yazar imgesini “kutsallıktan arındırmıştır.” 

Barthes, Mallarme’ı alıntıladığı yukarıdaki tümcelerde ve öz belirlemelerinde yine tümel bir öz-yapı taşıyan dili, tikel bir ürün olan yazıyla karıştırmaktadır. Anımsatalım: Dili geliştiren, konuşan, anlatan ve yazan insandır. Dil, kendi kendini oluşturamaz ve geliştiremez. Dil; konuşucunun, anlatıcının ve yazıcının, kısacası kullananın ürünüdür. Dolayısıyla, her kullanıcının katkısıyla çoğullaşan dil bağımsız değil, bağımlı değişkendir. Bu nedenle, dil, Barthes’ın yaptığı gibi, öz-devingen bir dizge olarak tanımlanamaz. Öte yandan, ‘kolektif yazma’ ile yazınsal yapıt oluşturulamaz.

Barthes’ın öne-sürümü uyarınca, dilbilim, yazarın yok edilmesine yönelik “değerli ve çözümleyici bir araç” geliştirmiştir; çünkü dilbilim bir dilsel dışa-vurumun, “konuşmacının kişiliğiyle doldurulmak zorunda olmaksızın gerçekleşen boş bir oluş/süreç” olduğunu açıklamıştır. Dilbilimsel açıdan, diye yazar Barthes, ‘yazar’, “her zaman yazan ve aynı benim gibi, ‘ben’ diyen herhangi bir kimsedir.” Dil, kişiyi değil, “özneyi” tanır. Bu özne “kendisini tanımlayan” dilsel dışa-vurumun dışında “boş” bir şey olmakla birlikte, dili ‘taşımak’ ve “içini doldurmak” için yeterlidir.

199Bu belirlemelere ilişkin olarak sadece şunu belirtmek yeterli olacaktır: Her dilsel anlatım veya dışa-vurum, erekseldir; diyesi, dışa-vuranın gerçekleştirmek istediği eylemi imler. Ayrıca, dilbilim, yazarı yok eden bir araç da geliştirmemiştir, geliştirmesi de söz konusu olamaz.

Bertolt Brecht’in geliştirdiği, “mesafe koyma” ilkesi uyarınca, yazar, Barthes’ın açımlamasıyla, “yazınsal sahnenin kıyısında yer alan bir yan figüre indirgenir.” Bu bakımdan yazarın “yokluğu”, “tarihsel bir olgu ya da yazma eylemi”  değil, modern metni “köklü biçimde dönüştüren” bir etmendir. Bir başka anlatımla, metin, şu andan itibaren yazarın “her açıdan ortadan yok olduğu şekilde yapılır ve okunur.”

‘Mesafe koyma’ ya da ‘yabansılaştırma’ yöntemini geliştiren Brecht, Barthes’ın yukarıda öne-sürdüğü gibi, drama metninin yaratıcısını öldürmeyi değil, izleyiciyi olgu ve oluşları eleştirel irdelemeye özendirmeyi amaçlar. Brecht’in ‘yabansılaştırım’ kuramı, tiyatro izleyicisinin ‘bu başka türlü de olabilir’ şeklinde bir toplumsal bilinç geliştirmesine ortam hazırlamanın yollarını arar. 

Her şeyden önce “zaman” değiştiği için, Barthes’ın savlaması uyarınca, ‘yazar’, “her zaman kendi kitabının geçmişi” olarak anlaşılır. Kitap ve yazar, ‘önce’ ve ‘sonra’ ile ayrılan “aynı sıraya girer.” Yazar, kitabı ‘besler’, diyesi, yazar, “daha önce vardır, kitabı için düşünür, acı çeker, yaşar.” Aynı bir babanın “zaman bakımından kendi çocuğundan önce gelmesi gibi”, yazar da kendi yapıtını “önceler.” Buna karşın, ‘modern yazıcı’, metniyle “aynı anda doğmaktadır.” Modern yazıcının, “yazmasını önceleyen” bir varlığı yoktur; “hiçbir yönden sıfatı/yüklemi, kitabı olan” bir özne değildir.

Bu noktada sadece dilsel dışa-vurumun “zamanı” vardır ve her metin “her zaman ‘burada’ ve ‘şimdi’ yazılmıştır”; çünkü ‘yazma’ artık “bir kaydetme, belirleme, temsil etme etkinliği” olarak nitelendirilemez. Yazmak, dilbilimcilerin “performativ” dedikleri “dil eylemidir”; bir başka anlatımla konuşmakla, dili kullanmakla gerçekleşen bir eylemdir. Bu tür dil eyleminde dilsel dışa-vurumun “kendisini ortaya çıkaran eylemden başka bir içeriği” yoktur. Örneğin, ‘Âşık Veysel’den bir türkü söylüyorum’ böyle bir dil eylemidir. Modern yazıcı, ‘yazarı’ gömdüğü için, ‘patetik öncülü’ gibi, düşünce ve duyumsamalarını betimlemede “elinin çok yavaş/yetersiz” kaldığından yakınamaz. Yazıcının eli, “dilden başka kökeni olmayan bir alanı”, diyesi, “durmaksızın her türlü kökeni sorunlaştıran” bir alanı belirler.

Barthes’ın dil felsefesi açısından tutarlı görüşleri içeren yukarıdaki tümcelerinde yer alan ‘yazar’ ve ‘modern yazıcı’ kavramını eş-anlamlı kullanması, hem dil felsefesi, hem yazınsal yaratım bakımdan eleştirilmelidir. Bu yazı bir denemedir. Dolayısıyla, bu denemeyi yazan ‘ben’, diyesi Onur Bilge Kula, Barthes’ın yazar ile eşdeğer tuttuğu modern bir yazıcıyım. Bu öne-sürüm, gerekçeden yoksundur.

Barthes’ın öne-sürümü uyarınca, metin daha önce olduğu gibi ‘yazar-Tanrı’ iletisi veren sözcüklerden oluşan bir örgü değil, “çok-boyutlu bir uzamdır/mekândır” ve bu uzamda “hiçbiri özgün olmayan çeşitli yazım tarzları bütünleşir veya birbirini alt eder.” Metin, “kültürün sayısız yerlerinden (yapılan) alıntıların bir örüntüsüdür.”

Barthes’ın en tutarlı bulduğum belirlemeleri bunlardır. Bu belirlemelerin dayandığı metnin veya yazının çok-sesliliği, Bakhtin ile başlayan ve metinler-arasılık kuramıyla süren bir kuramsal geleneği yansıtır. 

Yazıcı, Barthes’a göre, “her zaman daha önce olana, ama asla özgü jestlere öykünmez.” Yazıcının gücü, “yazıları birbirine karıştırmakta”, ama asla o yazılardan “bir tanesine dayanmaksızın, onları birbiriyle karşıtlaştırmada” yatar. Kendini ‘anlatmak/ifade etmek’ istediğinde, en azından “çevirmek istediği içsel ‘bir şeyin’ birleştirilmiş bir sözlük” olduğunu bilmelidir. Bu sözlükte yer alan sözcükler, “sadece diğer sözcüklerle açıklanabilir.” ‘Yazarın’ ardılı olan yazıcının “tutkular duyguları veya izlenimleri” yoktur; sadece “ikametgâh tanımayan” yazısını aldığı “kocaman bir sözlüğü” vardır. Yaşam her zaman “kitaba öykünür”; kitapsa, sadece “göstergelerin bir örüntüsüdür”, diyesi, “yitik, bitimsiz ve uzak bir öykünmedir.”

Yazan öznenin, biçimlediği dilsel malzeme yüzyıllar boyunca özgün anlatımların bireşimidir. Barthes’ın yazıcının gücü ‘yazıları birbirine karıştırmakta aranmalıdır’ savı, dilde biriktirilen ve birbirine karışmaksızın yan yana duran ‘tekil yazılar’ anlayışına dayanmaktadır. Buna karşın, hem olmuş olanı, hem de olmakta olanı yansıtan dil dizgesi, bütün bunları kendi içinde bireşimler. Kitap, ‘göstegelerin bir örüntüsüdür’ belirlemesi, gösterge-bilim bakımından elbette doğrudur; ancak kitap, ‘yitik bir öykünme’ değildir. Öykünme, kitabı oluşturamaz; yalnızca onun oluşumunu özendirebilir.

Barthes’ın çıkarımına göre, ‘yazarın’ yokluğu, bir metni “deşifre etme”, diyesi, açımlama isteğini “tümüyle gereksizleştirir.” Bir metnin bir yazara mal edilmesi, o metni “daraltır, sonal bir anlamla donatır, yazı durdurulur.” Bu kavrayış, yapıtın arka alanında ‘yazarı’, onun var-oluş aşmaları veya temeli olan “toplumu, tarihi, ruh durumunu, özgürlüğü” bulgulamayı “görev edinen” yazınsal eleştirinin çok işine gelir. Bu anlayışla yapılan yazınsal eleştiri için önemli veya belirleyici olan, yazarı “bulmaktır”; yazar bulgulanınca, metin “açıklanmış” ve eleştirmen kazanmış demektir.

Dolayısıyla, tarihsel bakımdan ‘yazarın’ egemenliği, “eleştirmenin egemenliği” olmuştur. Bu nedenle, bugün ‘yazar’ ile birlikte eleştirmen de ortadan kalkmaktadır; çünkü “çok-katmanlı yazının yalnızca karmaşası giderilebilir”; ama yazı “deşifre edilemez.” Gerçi “yapı, bütün yinelemeleri ve aşamalarında” anlaşılabilir; ancak bu anlamanın “başlangıcı ve sonu” yoktur. Yazının uzamında dolaşılabilir; ancak bu uzam “delik deşik edilemez.” Yazı, her zaman anlam oluşturur; ancak anlamı yeniden “ortadan kaldırmak” için oluşturur. Anlamdan “dizgesel bir kurtuluşa” yol açar. Tam bu noktada edebiyata, daha iyi bir söyleyişle, metne, metin olarak dünyaya sonal bir anlam, diyesi, bir “gizem” yüklemeyi yadsıyan ‘yazı’, “gerçek anlamda devrimci diye nitelendirilebilecek bir etkinliği” özgür bırakır. Anlamın “sabitleştirilmesini” reddetme, son çözümlemede “Tanrı’yı ve onun var-oluş biçimlerini (akıl, bilim, yasa) reddetme” anlamı taşır.

Haklı olarak yazınsal metnin kutsallıktan arındırılmasını, bir başka deyişle, gizemsizleştirilmesini önemseyen Barthes’ın ‘yazarın ölümü, eleştirmenin de ölümüdür’ anlayışı, yukarıdaki belirlemelerde somutlaşmaktadır. Yazınsal metinlerin, eleştiri ve alımlama/okuma sürecinde yeniden anlamlandırılması, anlamı sürekli yeniden oluşturur; dolayısıyla anlamın değişmezleğini ortadan kaldırır. Öte yandan, edebiyat tarihi yazımı gibi, yazınsal eleştiri de son derece ‘öznel’ bir değerlendirimdir. Eleştiriyi de kapsayan her türlü yazınsal değerlendirim, özneldir ve bu yüzden sürekli eleştirilmelidir. Bir başka deyişle, eleştirinin eleştirisi zorunludur ve bu noktada Barthes haklıdır.

 

Roland Barthes’ın değerlendirimi uyarınca, yazarın kökeni ve sesi, “yazının hakiki yeri değildir.” Yazının hakiki yeri, “okumadır.” Bu önemli belirleme, yazınsal iletişim dizgesi içinde okuyucuyu veya teknik deyişle, alımlayıcıyı öne çıkarmaktadır. Barthes’ın en önemli katkısı burada belirginleşmektedir. Okuma, bir anlama ve anlamlandırma edimidir. Dolayısıyla, yazı gerçek yerini, okuma, daha açık anlatımla okuyanın anlama ve anlamlandırma etkinliği sonucunda bulur. Okuyucuya yazınsal metni nasıl alımlaması gerektiği konusunda kural koyulamayacağına göre, okuyucunun yazınsal dili, diyesi, yazıyı çok-anlamlılaştırmasını olağan saymak gerekir. Okuma, yazıyı tümleyen ve kalıcılaştıran başlıca edimdir.

Bir metin, Barthes’ın açımlamasıyla, “farklı kültürlerden kökenlenen, birbiriyle söyleşimselleşen, birbirine öykünen ve birbirini sorgulayan” çeşitli yazılardan oluşur. Dolayısıyla, bu çeşitliliğin veya çok-katmanlılığın buluştuğu yer, yazar değil, okuyucudur. Okur, Barthes’a göre, bir yazıyı oluşturan alıntıların kalıcılaştığı uzamdır. Bu nedenle, metnin birliği, kökeninde değil, “erek noktasında” aranmalıdır. Erek noktasıysa, o metni alımlayan okuyucudur. Okuyucu, “tarihi, özgeçmişi ve psikolojisi olmayan” bir kişidir. Okuyucu, yazılı olan şeyi oluşturan “bütün izleri” bir uzamda toplayan her hangi bir kimsedir. Edebiyatta “yazandan başka” hiç kimseyi tanımayan geleneksel eleştiri, “hiçbir zaman” okuyucuyla ilgilenmemiş, onu umursamamıştır. Bu nedenle, yazıya öncelik veren bir tavır önemsenmelidir. Barthes’ın sonal anlatımıyla, “okuyucunun doğumunun bedeli, yazarın ölümüyle ödenmelidir!”

Barthes’ın yazınsal iletişim dizgesi içinde okuyucuyu öne çıkarması ne deneli önemli bir açılımsa, okuyucunun öne çıkmasını, yazarın yok olmasına bağlaması da o denli öznel veya istençsel bir öne-sürümdür. Son söz, edebiyat, dilsel malzemeyi estetikleştirme ve biçemselleştirme çalışmasıdır. Bu çalışmayı yapan da hep yazar olacaktır. Barthes’ın yaptığı gibi, yazarın yerine, yazıcıyı koyarak, yazar-yapıt-okuyucu/alımlayıcı diyalektiği açıklanamaz. Bir yazınsal yapıt yayımlandıktan sonra, başat etmen okuyucudur. Dolayısıyla, bir yazarı/ yapıtı yaşatan da, öldüren de okuyucudur. 

Onur Bilge Kula – edebiyathaber.net (15 Nisan 2015)

 

[1] Roland Barthes: “Tod des Autors”; içinde: Fotis Jannidis vd. (yayımlayan): “Texte zur Autorschaft”; Reclam, Stuttgart 2012, s. 185- 193

Roland Barthes (1915-1980) Fransız filozof, yazar ve edebiyat eleştirmenidir. Yapısalcı gösterge-bilimcidir. Metin, film, fotoğraf sanatı, moda ve reklam gibi dolayımları açıklamak için yapısalcı, yapı-bozumcu ve psiko çözümleme birikimi ve yöntemlerinden yararlanmıştır. Post-strüktüralizmin kurucusu olarak kabul edilir. Henüz bir yaşındayken babasını yitirmiş ve yoksulluk içinde büyümüştür. Yaşamı boyunca hastalık çekmiştir. Macaristan ve Mısır’da Fransızca okutmanı olarak çalışmıştır.  Yaşamının çok büyük bir bölümünü annesiyle geçirmiştir.

Yorum yapın