Ömer Ayhan’ın üçüncü kitabı Öldüren Şehir’in yeni baskısı İletişim Yayınları tarafından yapıldı. Çağdaş bir İstanbul romanı olan kitap, bir yandan kent okumalarına girişirken, diğer yandan çok katmanlı bir anlatıyla ilerliyor. Öldüren Şehir ekseninde; İstanbul, gökdelenler, flanörlük ve yeni bir felaketler çağının öncülleri hakkında söyleştik.
Roman boyunca İstanbul’un çeşitli yerlerinde dolaştırıyorsunuz karakterlerinizi ve dolayısıyla biz okuyucuları. Öldüren Şehir’in karakterlerdeki etkisi nedir? Hangisi daha dönüştürücü bir etkiye sahip; kent mi onları değiştiriyor, onlar mı kenti?
Bu soru bizi psikocoğrafyanın kıyısına sürükler. Kentin insan üzerinde bıraktığı psikolojik etkiler diye bir başlangıç cümlesi kurabiliriz. Ama onu da aşıyor, çünkü biz de kenti dönüştürüyoruz. Bir de işin iktidar tarafı var. Rant ilişkileri, yatırımlar, ihaleler ve Gezi olaylarında yaşandığı gibi kamusal alanlarda tahakküm kurma eylemi. Şiddetle yağmalama iç içe. Öldüren Şehir bir kurmaca olduğundan, bütün bu unsurların tamamını içermiyor. Yeni İstanbul’un (ona artık yeni yahut başka diyebiliriz) insanlarda yarattığı ruhsal değişimdi benim ilgilendiğim mesele. Her ne kadar son yıllarda yapılan gökdelenlere mistik anlamlar yüklediysem de, sonuçta bu da bir tür iktidar’a çıkarır bizi.
Mekânsal zaman gibi bir kavramdan yola çıkarak, günümüzde yazılan romanların olmazsa olmaz mekânları olarak beton apartmanları ve camlarla kaplı ofisleri gösterebilir miyiz?
Gösterebilmemiz lazım ama bence hâlâ gösteremiyoruz. Çünkü romanlarda söylediğiniz mekânlara yer verilmesi tek başına yeterli değil. Bir şehirde geçen roman ile bir şehir romanı, bunlar bambaşka şeyler. Huzur bir İstanbul romanıdır, çünkü Tanpınar insana verdiği önemi mekâna da vermiştir. İstanbul karakterlerden biridir ve insanları dönüştürür, dönüştüremediğindeyse hiç olmazsa insana derinlik katar. Örneğin İngiliz edebiyatında Londra’nın “varlığıyla” kıyasladığımızda bu konuda eksiğimiz çok. Sadece Londra’nın karakterize edildiği romanlardan ekmek yiyen yayınevleri var.
Bu binalar arasında salınan ya da bunlardan birine sıkışıp kalmış insanların romanınıza yansıması nasıl gerçekleşiyor?
Tamamen kurmacanın koşulları içinde. Örneğin İbrahim adını verdiğim evsiz karakterle, romanda geçen metruk binada araştırma yaparken karşılaşıp ayaküstü konuştuk. Ama kitaba aldığım bir iki cümlesi dışında hayal ürünüdür. Diğer karakterler de öyle. Edebiyatta hayatın karşılığını aramayı ilk kitaptan sonra bıraktım, bir yanılgıydı o. Edebiyat hayatla bir ilişki içinde, ama ayrıldığı noktalarda daha da genişliyor. Hayatla paralel değil, daha ziyade hayata alternatif bir evren benim için.
Roman boyunca, belki de az önce sorduğum soruları etraflıca açıklamak adına, bir kent sosyolojisine ve kent okumasına girişiyorsunuz. Yazma sürecinizde, bu okumaları yapmak için nasıl yöntemler seçtiniz? Örneğin, siz de karakteriniz gibi flanörlük yaptınız mı?
Yazma sürecinde ne kadar çok mimari makale, dergi, kitap okudum, inanın hatırlamıyorum. Üstelik aradığım cevapların çoğunu bulamadım, ama pişman değilim. Hiçbir okuma boşa gitmiyor. Diyelim ki bilmediğiniz bir kapı açılıyor, alacakaranlıkta içeri girip odayı inceliyorsunuz, belki görünürde eliniz boş çıkıyorsunuz, ama girdiğiniz gibi çıkmıyorsunuz. Bir şeyler sizinle yürümeye başlıyor. Merak çok temel bir duygu. Merakını yitiren yazar, ölü yazardır. Flanörlük yaptım mı, yaptım. Hem Baudelaire’in flanörleri gibi pasajları gezdim, hem de günümüzün psikocoğrafyacıları gibi şehrin arterlerini, açık alanları, sokakları arşınladım. Ama romandan önce de yapıyordum bunu, şimdi de devam ediyor. Bunu bir kader olarak yaşıyorum.
Kent okumanızın yanında önemli bir yeri de bir kuşağı anlattığınız bölümler kaplıyor. Bu kısımlarda biraz nostalji de var. Belirli bir kuşağın dönüşümü, kentin dönüşümü ve bu ikisinin açığa çıkardığı nostalji arasından nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?
Bu soru bizi doğrudan romandaki Emre karakterine gönderiyor. Çünkü nostaljiyle boğuşan tek kişi o. 2000’lerde geçen bir roman Öldüren Şehir ama karakterler romanın geçtiği dönemde 30’lu yaşlarının sonunda olan 80 kuşağı. İçinden geldiğim, iyi kötü bildiğim kuşak. Nostalji geniş bir kavram. Bunu çok kabaca bile olsa geçmişe, hatta kimi zaman hiç yaşanılmamış dönemlere duyulan özlem diye açıklayamayız. Nostalji dünyanın her yerinde yaşanır, 200 nüfuslu, yıllarca tek çivinin çakılmadığı bir okyanus adacığında bile. Ama bizde durum farklı. Nostalji resmen dayatılıyor. İstanbul çok eski bir şehir, mesela gökdelen yuvası New York’tan çok daha eski. Ama Manhattan dışındaki New York ve dünya savaşı görmüş Londra İstanbul’dan daha eski duruyor. Değişim kaçınılmazdır ve gereklidir de. Ama biz İstanbul’da ve Anadolu’da bunu yaşamıyoruz. Bırakın tarihi, yakın dönem hatıralarımız bile rant ve türlü saçmalık uğruna yağmalanıyor. Öldüren Şehir’de Emre’nin durumu patolojiktir, ama yine oraya geleceğim, siyasaldır da.
Son olarak, kitabın yapısı üzerine bir şey söylemek ister misiniz? Aslında bir kent romanı, fakat içinde tadımlık bilimkurgu kısımları var. Bu, kenti günümüze yaklaştırmanın bir yolu mu?
Romanı kurarken risk aldım. Ne anlatmak istediğimi biliyordum ama nasıl yazacağımı kestiremiyordum. Sonunda riske girdim, belki klasiklerden çok günümüz edebiyatını sevmemle ilgili bir şey. Anglo-sakson edebiyatındaki eklektik yapıyı uyguladım. Benim tercihim günümüz ölçütlerinde “modern” bir roman yazmaktı. Şehrazat’ta tam tersini yaptım. Pulp-Fiction sularına daldım. Öldüren Şehir’de bir bölüm gazete makalesi formundadır, bir bölümde düpedüz kent okumaları var, bir bölüm baştan sona İstanbul’da geçen bir X-Files serüveni. Bilim-kurgu gibi oldu o bölüm, haklısınız. Zaten İstanbul’da olup bitenler ve ne yazık ki yakın gelecekte olacaklar da bilim-kurguya dâhil. Ama ne yazık ki ütopik değil, distopik bir bilim-kurgu. Bilmem farkında mısınız, yeni bir felaketler çağına girdik.
Söyleşi: Necdet Deniz Duygulu – edebiyathaber.net (15 Nisan 2015)