İlaç sektöründe üst düzey yöneticiliğe kadar gelmiş bir dostumun taslak halindeki kitabını okurken şu tümceleri dikkatimi çekmişti:
“Türk ilaç sektörünün ilk büyük firmaları yabancı firma temsilcilikleri alarak büyüdüler. Bu deneyimin know-how açısından da büyük faydası oldu. Yerli üretim yaygınlaştı. O günlerde patent yasası etkin olmadığı için, yabancı firma temsilcilikleri olmayan yerli firmalar, orijinal ürünlerin kopyalarını da üretmeye başladılar. Üstelik fiyat politikası da yerli sanayiyi destekledi. Jenerik ürünler dünyada hiç olmadığı kadar yüksek fiyatlara satılıyordu. Bu durumda bir kaç istisna dışında hiç kimse araştırma geliştirmeye yatırım yapmadı. İşler iyiydi çünkü. Aynı otomotiv sektöründe olduğu gibi. Birkaç firma üretim ve satış-pazarlama kapasitelerini iyi kullanarak bölgesel oyuncu olmayı başardı. Ama onların da geliştirip patent aldıkları – kayda değer- bir ürünleri bildiğim kadarıyla yok. Belki de vardır ama dünya çapında marka olan bir ürünün olmadığı kesin. Sektörün ilklerinden olan ve yabancı firma temsilcilikleri yapmış olan iki şirket te bugün ilaç sektöründe aktif değiller. Yine de 2012 yılı itibariyle, Türkiye’nin en zengin 100 ailesinin içinde 3 ilaç şirketi var. Demek ki işler gerçekten iyi gitmiş.”
Bu önemli bir tespit. Özellikle de üretime dönük sanayinin bir türlü önünü açamayan bir ülke için iç açıcı olmayan bir durum.
Temsilcilik, montaj, taklit derken kendi modelini yaratma… Dostum, Güney Kore’deki deneyimini anlatırken de bu ülkenin gelişme öyküsünü bu eksende analiz ediyordu. Bize yakın bir çıkış noktası var… Ama gelin görün ki geldiğimiz noktada, birçok alanda, kendi modelimizi, üretim biçimimizi geliştirip marka yaratmada çok çok gerilerdeyiz. Taklit her alanda yaygın, üstelik bunun yaratıcılığı etkilediğini bile bile sıradan bir anlayışın efendisi olma gibi bir yarış içindeyiz.
TÜYAP İzmir Kitap Fuarı’nda yayınevi stantları arasında gezinirken yayıncılarımızı neleri nasıl kotardıklarını izlemeye çalıştığımda gözlediğim şuydu: Yığınlaşma, kitap kirliliği, özensizlik, yaratıcılığın uğramadığı bir anlayış… “Küçük Prens” salgınını bunu en iyi örnek olarak gösterebilirim. Daha niceleri de var üstelik…
Bu da elbette ki markalaşamayan, kurumsal kimlik oluşturamayan birçok yayıncının sunum eksikliğiyle ufuk darlığını anlatıyordu bize. “Hap yap, para kap” zihniyeti…
Yıllanmış gözde yayınevlerine baktığımızda yayıncı kimliklerinin kalıcı/etkin işler kotarma misyonundan uzaklaşıp marketing derdine düşmeleri de bir düşkünlük örneğiydi. Ve fuarda böyle görünmenin dayanılmaz ezikliği vardı hallerinde. Yeni yetme “yayıncı”ların ise, gözü hiçbir şeyi göremez olmuş hali, çoksatar yazarının imza sırasındaki artışla mutlu mesut günü kapama sevinci görülmeyi değerdi…
Doğrusu İslami kesimin bu denli açılıp saçılması da çok bir anlam ifade etmiyordu; çünkü elimizdeki insan/yazar/okur malzemesi belliydi. Bunu Kürt yayıncılar için de söylemek pekala mümkün.
Belirleyici olan okur/insan. Yayıncının niteliğini de, yazarın ortaya koyduğunu da belirleyen o.
Küresel dünyada artık sanayinin birçok alanındaki sektörler öyle tüketicinin bilinçlenmesini filan beklemiyor; kendisi ürünü var etmek, markalaşmak için var gücüyle çalışıyor, yatırım yapıyor. Ortaklık mı ortaklık, farklı akıl mı buyurun, pazar araştırması mı neden olmasın, know-how mu hemen…
Bugün dünya yayıncılığındaki küresel pazarın genişlemesi; özellikle ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya ve hatta İspanya’da küresel yayıncıların (hatta yazarların) çıkması bu ortaklıkların sonucudur.
Biz kendi yağımızla kavrulalım, ayağımızı yorganımıza göre uzatalım devri geçti. Yayıncı iyi bir şey yapmak, bunu da ülke sathında okurun karşısına çıkarmak istiyorsa eğer; pazarı irdeleyip, düzenlemek zorundadır. Ürettiği bir kitabı üç şehirdeki dağıtımcının, mağaza yöneticisinin ilgisi(zliği)ne bırakamaz.
Günü kurtarmak derdindeki yayıncının yanına bir de parazit yayıncılar, yasal korsan yayıncılar eklendi. Fuarda bunların da boy göstermiş olmasıyla nasıl denetimsiz bir mecrada yayıncılık yapıldığını anlıyorsunuz hemen. Perde kapanana kadar herkes bir şeyi koparmak derdinde.
Bir yanda klasiklerin derbeder çevirileri, ötede sanal dünyanın döküntülerinden pay/para kapmak derdinde olunan bir yayın anlayışı, beride “sıcak para” için okura göz kırpan, ama bunu da utanarak yapan “iyi yayıncı”nın mahcubiyeti…
Nice zaman önce uluslararası bir yayın grubu Türkiye’ye adım atmak istediğinde önce bir piyasa araştırması yaptırmıştı. Sonrasında ise şirketin bir tür beyin avcıları tek tek bazı görüşmeler yapmış, ellerindeki okur profiliyle yazar göstergelerini karşılaştırarak “biz ne yaparız” diye sorular sormuşlardı.
Çıkan sonuç şuydu; yayıncılık Türkiye’de henüz bir sektörel pazar değil. “Neden” diye sorduğumuzda; dağıtım ağınız yetersiz, mağazacılık gelişmemiş, bu yönlerde ne sermayeye yön verilmiş ne de insana yatırım yapılmış gibisinden yanıtlar vermişlerdi.
TÜYAP’ı enine boyuna konuşup tartıştık bugüne kadar. O, fuarcılık yapıyor. Meslek birlikleri de kurumlar arası bir tür lobicilikle uğraşıyor. Hiçbir işlevleri yok.
Oluşan kitaba dönük mağazacılık söngün. Kitabevi kültürü neredeyse silinecek. Var olanların varlıkları tamamen “kira” bedelleriyle sınırlanır durumda. Pandora ve Robinson’un başına gelenleri biliyoruz. Hele D&R’lardaki yığma ürün satış anlayışı, buralarını kitabevi olmaktan tamamen çıkarmış durumda. Bu yasal korsan yayıncıların kitaplarını, buldukları her alana yığıp bundan medet ummaları, işten anlamayan bir sürü insanı mağaza içinde bekleyen kılmaları ise tam bir fiyaskodur kitapçılık/mağazacılık adına.
Özü özeti şu ki; bir gün, Türkiye’ye yabancı yayıncılar gelip girecektir. Hem dağıtımınıza hem de mağazacılığınıza el atacaktır. Çoksatan yazarlarınızdan başlayarak istediği kişiye istedikleri kitapları yazdırıp, ama “iyi” olanlara da kapı aralayacaklardır. Evet, bundan emin olun.
Buna sermaye dengesi demek daha doğru. Üstelik bunu yerli sermaye desteğiyle de yapmayacaklardır. Yönetenini, üretim süreçlerini oluşturanını, pazarlayanını, seçenini de kendi kriterleriyle belirleyeceklerdir.
Çünkü, bizde hâlâ, yayınevi yöneticisinin muhteris duruşuna mahkum birçok yazar. Benim olsun, küçük olsun diye diye; ayran kabına düşen kurbağanın çırpınışına dönüşecek durumları bir gün, eminim.
Gidin, herhangi bir kitap fuarını gezinin; bir kitabevinin kapısını aralayın ya da bir D&R mağazasına göz atın; bu dediklerimin ne kadar yakın-uzak olduğunu eminim ki siz de anlayacaksınız.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (5 Mayıs 2015)