İnsanın mekânla, yaşadığı şehirle kurduğu bağ hepimize aşina… Bu nedenle, çoğu edebiyat eserini okurken, şehrin kendisi de neredeyse bir karakter olarak aklımızda yer eder. Yaşanılan şehrin etkisini en çok hissettiğimiz eserlerden biri de James Joyce’un Dublinliler’i… Edebiyatla haşır neşir pek çok kişi ve Joyce tutkunları için Dublinliler oldukça önemli bir eser. Kitap, yazarın hayatıyla beraber İrlanda’da o dönemde yaşanan gelişmeleri de okura aktarıyor, bu sayede kitabın ortaya çıktığı atmosferi ve öykülerin çoğunluğunun temelini oluşturan temaları anlamada yardımcı oluyor.
İşte on beş öyküden oluşan bu modern klasik, şubat ayında Murat Belge’nin önsözü ve Robert S. Ryf’nin sonsözüyle İletişim Yayınları tarafından tekrar yayımlandı. Önsöze baktığımızda, Murat Belge öykülerin ana temalarının “Dublinli olma”, “hayatın içinde ölüm”, “yaşarken ölmüş olmak” olduğuna değiniyor. Dublin’de olmak, yaşarken ölümü getiriyor ve ilk öyküden itibaren başlayan fiziksel ve duygusal ölüm teması kitabın sonuna kadar bizi bırakmıyor. Belge’ye göre “Joyce’un gözünde taşralı İrlanda’nın insanlarını mahkûm ettiği durum” bu oluyor. Karakterleri öldürenin aslında ne olduğu sorusunun cevabı, şehrin ve kamu alanlarının tasvirinde ve Joyce’un gözünden bize yansıtılan İrlanda milliyetçiliğinin öykü karakterlerinde yarattığı ikilemde gizli.
Çocukluk ile başlayıp, gençlik ve yaşlılık dönemleri ile devam eden öykülerde dikkatimizi çeken şey; Dublin’de hayatın tekdüzeliği, durağanlığı… Bu cansızlık hali ilk olarak Dublin’in fiziksel tasvirlerinde ortaya çıkıyor. Dublin, “kir, kum kaplı evler”, “zarafetsiz sokak”, “terk edilmiş damıtma atölyeleri” ile resmediliyor. İrlanda’yla özdeşleşen yeşil rengi saymazsak, öykülerde şehre “toz”, “külrengi” ve sıkıcılıkla bağdaştırabileceğimiz “kahverengi” hâkim. Öykü karakterlerinin hayatları çocuklukta dahi bu cansızlıktan nasibini alıyor. Bu paralize olma haline karşı, ilk öyküden başlayan kaçma isteğinin gençlik ve yaşlılık döneminde dahi gerçekleşemediğini görüyoruz. Kitabın arka kapağında “Dublinliler’in sakinleri için ‘kolonize edilmiş’ tanımını kullanmak basit kaçar; siyasi özerkliği olmayan bir ülkede, güç bela yaşadıkları kamu alanının nasıl tahrip edilmiş olduğunu göz ardı edemeyiz” yorumu bulunuyor. Bu cümle, öykülerle birlikte düşünüldüğünde çok anlamlı bir gerçeği ele veriyor, çünkü öykülerde sürülen hayat ve şehirden çıkamama gerçeği ile birleşince, Dublin bir hapishaneye ve sonrasında mezarlığa dönüşüyor. İstediklerini gerçekleştirebilen kişi ise, başarılı bir yazar olabilecek karakterimiz değil onun yerine Londra’ya giden karakter oluyor. Bir anlamda o, Dublin’in hapishane olmaklığını kırabildiği için “yenen” tarafta yer alıyor. Aynı öyküde geçen “Dublin’de hiçbir şey yapamazsın” sözü, bu bağlamda eserdeki tüm öyküler için geçerli. Dublinlileri öldüren tam da bu…
Hem önsözde hem de sonsözde değinildiği gibi Dublinliler, Joyce’un otobiyografik ögeler taşıyan Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi kitabını anlamamıza da aracı oluyor. Dublinliler’in istediğini yapamayan, kolonize edilmişliğin karşısında boğucu bir milliyetçiliğe tutulan, ülkenin bitmeyen dertleri ve şehirdeki hayatın sıkıcılığı tarafından çevrelenmiş ve bu nedenlerle bir türlü “kendini gerçekleştiremeyen” karakterleri aslında Stephen Dedalus İrlanda’yı terk etme kararı almasaydı onun da neye dönüşeceğini işaret ediyor. Kendini gerçekleştirme,k bu kolonize edilmiş şehirden çıkmadan mümkün olamıyor.
Belki de tüm bu nedenlerden ötürü Murat Belge önsözünün sonunda Dublinliler’in “acı” bir kitap olduğunu söylüyor. Dublinliler’i okuduğumuzda neşe dolmayacağımız açık, ancak Joyce’un eserlerinin birbirini kapsadığını ve diyalog halinde olduğunu düşündüğümüzde, öyküler Joyce’un edebiyatını tam anlamıyla anlama ve her edebiyat klasiğinde olduğu gibi insana dair bulacaklarımız açısından çok önemli.
Nazlı Güher Beydeş – edebiyathaber.net (15 Mayıs 2015)